İnsanı düşünceden eyle’meye geçiren hareketlilik içerisinde mekansallaşmanın fizikselliği, gücü ve gerçekliği her zaman oldukça güçlü ve derin, bazen korkutucu, bazen koruyucu, bazen bölücü, bazen birleştiricidir. O yüzdendir ki, tarih boyunca ve halen – bütün iktidarlar kendi güçlerini simgeselleştirmek için mimari dilin biçimlerine yüklenir, ulaşılması insanlığın gücünü zorlayan yerlere taşlar dizmeye koyulurlar.
Tüm eyle’mlilikler içerisinde tekrarı en zor olan da mekansallaşmadır. Dilden örnekleyelim. Düşünce ile söz dizimi arasındaki o boşluk sizindir ama söylediğiniz, vurgunuzla tekrar edilebilir. Söz dizimi söylemek eyle’miyle çoğalabilir. Mekansallaşma eyle’mle tekrarlanarak çoğalamaz. Bir mekan ancak ve ancak -bulunduğu yerde- an’da çoğalır ve hafıza yoluyla hareket eder. Düşünme ile eyle’me arasındaki boşluk mekan bağlamıyla burada karşımıza çıkar, çünkü mekan o boşluk sayesinde hareket eder. Hiçbir yeri yüzde yüz olduğu haliyle hatırlamayız. Hiç farkında değilizdir ama anılarımız içinde, çocukken gördüğümüz bir caminin kapı kolu, yıllar sonra ziyaret ettiğimiz bir kilisenin kapısına konuverir, renkler karışır, kokular geçişir. Mekanın kendi hafızası ile hafızanın mekanı böyle bakışık ve çoğulluk içerisinde ilişkidir.
Yaşanan her olayın bir mekanı vardır ve mekansız bir hatırlama (anı-mekan) söz konusu değildir. Peki ya başka başka yerlerde, zihnimizde mekanları yürüttüğünüz o boşluklarla travmalarımız birleşiyorsa?
“Yüksek burçlarıyla Zaira’yı boşuna anlatmaya çalışacağım sana gönlüyüce Kubilay. Merdivenli yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir.”
Italo Calvino , Görünmez Kentler
Aslında tek diyebileceğim, yani uzun lafın kısası bu: Saraybosna’da savaşı bir tek müzeler değil, asıl ve en gerçek, kentin kendisi anlatıyor. Gözünüzle, kulağınızla, teninizle başbaşa sokakta yürürken hafızanıza kazınan, hafızanızdaki başka mekanlarla bitişen bir anlatı bu. Öyle ki, hiçbir tarih yazımı bu anlatıya ulaşamaz. Çünkü her anlatının kendine ait, anlatıcının (kişi ya da yaklaşım…) kurduğu ve iradeniz dışı gelişen, manipülatif bir tarafı vardır. Kentin anlattığı hikayede, manipülatif anlatıcı hafızanız ve hafızanızda sizi özdeşim kurmaya yaklaştıran ise anı-mekanlarınızdır.
Böyleyken, Saraybosna’da Türkiyeli olarak gezinmek bir garip. Ülkemiz seyahatseverlerinin uğrak noktası burası. Osmanlı mimarisi de tanıdık geliyor, evet. Şekli benzerlikler hafızada “ev”e ait olan özdeşimini kurduruyor. Yanınızdan Türkçe konuşarak geçen çok insan var. Arama motorunuza “Saraybosna” yazın, bir bakın, yüzlerce gezi içeriği çıkacak karşınıza. Kentin çatılarını, camilerini, nehrin üzerinden geçen köprülerin kavislerini anlatacaklar. Savaş konusunda bir-iki cümle ve bolca satır arası sessizliğe rastlayacaksınız.
Gözünüzün alabildiğine delik deşik, hasarlı bina, kaldırıma saplanmış mermiler var burada. O mermilerin yakınında hayatını kaybetmişler için şekilli taşlar, parkların içinde mezarlıklar… Herbirini derinleştirmeyi, yaşam ve ölüm arasındaki o çizgiyi, ölüm-kalım mekansallığının kodlarını söküp, cümlelere bölüp anlatmayı çok istedim. Anlayışın kelimelere uzandığı o patikada çok bekledim. Ancak sonunda karar verdim: Bunlar detayı anlatılacak mekansallıklar değiller.
Belki turistik bir gezide, bir hafta önünden bakarak geçerseniz. Belki kentin hafızanızdaki mekanlara karışması için tek gün yeterlidir. İlk bakışın yadırgayıcılığı atıldıktan sonra, o mekanlar hafıza boşluklarınızda yeniden kaymaya başlar. Bu kent bana bu soruyu çok sordu: Bir hafızanın mekansallaşması için ne kadar, bir mekanın hafızalaşması için ne kadar zaman gerekli?
“Bir sokak lambasının yerden yükseldiği ve orada idam edilen zorbanın sallanan ayakları ile yer arasındaki uzaklıktır; o lambadan karşı parmaklığa gerilen ip ve kraliçenin düğün alayının geçeceği güzergâhı donatan süslemelerdir; parmaklığın yüksekliği ve şafakta onun üzerinden atlayıp kaçan gizli sevgilinin sıçrayışıdır; bir saçağın eğimi ve aynı pencereye süzülen bir kedinin o saçak üzerinde kayarcasına yürüyüşüdür; burnun arkasından birden çıkıveren harp gemisinin toplarıyla çizdiği siluet ve saçağı yok eden bombadır; balık ağlarındaki yırtıklar ve ağlarını yamamak üzere iskeleye oturmuş, kraliçenin gayri meşru oğlu olduğu ve kundağıyla, oraya, iskeleye bırakıldığı rivayet edilen zorbanın harp gemisinin hikâyesini yüzüncü kez birbirlerine anlatan o üç yaşlı adamdır.”
Tekraren diyeyim bu kentte Türkiyeli olarak gezinmek bir garip. Savaşın anılarını taşıyan o mekanların hafızaları ikinci bir kent yaratıyor çünkü. Görünmez bir kent bu, yalnızca sezilen, sesleri bilinen, ağırlığı hissedilen, biraz yorgun, ancak ve ancak hafızanızla birlikte gezebileceğiniz bir kent. O kentte havan topunun isabet ettiği bir kaldırıma bakıyorum. İzini bilmiyorum, havan topunu bilmiyorum ama ama… Patlama sesini biliyorum, yaydığı basıncı, kalp çarpıntısını, korkunun o biçimini… Biliyorum. Bir kere işlenmiş hafızama. Mekanlar hafıza boşluklarına girmiş bir kere. Bakışıyor, birleşiyor ve birlikte yol almaya devam ediyorlar.
Bu anlatıyı kıyaslama sananlar çok oldu. Belki dilin biçimsizliğinden, belki değil. Buranın tarihi başka, bağlamı başka, yaşadıkları başka dediler. Oysa bu kıyaslamak değil, hatırlamak. Kıyaslamak değil, hatırlamak. Hafızamın mekanlarıyla, bu mekanın hafızasının birbirinde yansıması.
“Anılardan akıp gelen bu dalgayı bir sünger gibi emer kent ve genişler. Zaira’nın bugün olduğu biçimiyle bir anlatısı, Zaira’nın tüm geçmişini içermeli. Oysa kent geçmişini dile vurmaz, çizik, çentik, oyma ve kakmalarında zamanın izini taşıyan her parçasına, sokak köşelerine, pencere parmaklıklarına, merdiven tırabzanlarına, paratoner antenlerine, bayrak direklerine yazılı geçmişini bir elin çizgileri gibi barındırır içinde.”
Elin çizgilerine bakıp geleceği okuyan o falcıya sorayım zor soruları şimdi. Bir hafızanın mekansallaşması için ne kadar, bir mekanın hafızalaşması için ne kadar zaman gerekli?