Hatıla! projesi kapsamında gerçekleştirdiğimiz “beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları programını DVV International’ın Türkiye temsilcisi ve stratejik partneri olarak yürütüyoruz.
Programda 2017-2019 yıllarında kolektif hafıza, hatırlama, unutma ve yüzleşme konularına ilgili ve eleştirel yaklaşımı olanların, hafıza ve vicdan mekânlarının demokratikleşmeye katkıda bulunabileceğine inananların, dünyadaki deneyimlerden yararlanmalarını, bilgi ve deneyim değişimi yapmalarını ve bu deneyimi Türkiye için işlevselleştirmelerini amacıyla onlarca gönüllümüz dünyanın dört bir yanındaki hafıza ve vicdan mekanlarında 30-60 gün geçirdiler. Deneyimlerini blog yazılarıyla paylaşan beraberce gönüllüleri, Deneyim Paylaşım Atölyeleri ile de Arjantin’den Bosna’ya, Hollada’dan Güney Afrikaya çeşitli hafıza ve vicdan mekanlarına dair deneyimlerini, çalışma alanlarını paylaşmaya devam ediyor.
“Ve tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kaseye attıkları silik kağıt parçalarının,
suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı somut, şüpheye yer bırakmayan
birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi,
hem bizim bahçedeki, hem m.Swann’ın bahçesindeki bütün çiçekler,
Vivonne nehrinin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise,
bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı,
bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.”
Proust
Biriktirmenin, hatıra saklamanın, geçmişe yönelik özel eşyaları yanında taşımanın, ilk insanlardan bu yana süren bir gelenek olduğunu antropolojik ve arkeolojik veriler önümüze sunuyor. Özellikle konum sahibi kişilerin gömülürken, yanlarında değerli eşyaların da bulunmasının yanı sıra, beğendikleri taşları evlerinin bir köşesinde tutan ilk insanlar gibi örnekler de çoğaltılabiliyor. Bu saklama “geleneği”, genelde estetik (nesneye duyulan estetik kaygı) kaygılar ile açıklanıyor. Ancak işin mutlaka, hafıza ve çağrışım ve iyileşme ve unutma kaygısı ile bir ilgisi olmalı… Yoksa sadece bir soru üzerinden bir müze yaratılabilir miydi?
War Childhood Museum, 2010 yılında, “Senin için savaş çocukluğu neydi?” sorusuyla başlıyor. Jasminko Halilovic’in internet sitesi üzerinden, bu sorusuna, yüzlerce cevap geliyor. Bu cevapların derlendiği bir kitap 2013 yılında basılıyor. Savaştan 22 yıl sonra, savaş zamanında çocuk olanlar, buluşuyorlar. Anlatıyorlar. Paylaşıyorlar. Ve çoğunun, savaş döneminden yanında kalan, özel olarak sakladığı, cüzdanında taşıdığı kimi nesneler olduğunu fark ediyorlar.
War childhood museum’u özel kılan ise, çocukların gözünden savaşı anlatması. Çocuklar açısından savaşın ne olduğunu anlatmak…
“-Neden köpeği vururlar?
-Onu vurmaya mı niyetlendi ki? Kim bilir?
-Şu an mutlu mu?
-Kim?
-Ateş eden adam.
-Muhtemelen”
(Savrseni Krug)
Müzeye girince, sterillik karşılıyor sizi. Gözü alan bir temizlik. Paklık. Beyazlık. Saflık. Özel bir nedeni olmalı!
Ve sonra sanki hep aynı tonda ve fısıldayışta kimi nesneler…
3 binden fazla nesneye sahip bir arşiv var şu anda. Yangın gibi felaketlere karşı özel dolaplarda, yanıcı olmayan maddelerdeki kutu ve dosyalarda saklanıyor. Ayrıca bütün arşiv, Bosna dilinde değil, İngilizce dilinde tutuluyor. Bu anlamda da evrensel bir yanı var. Müzedeki yoğunluklu çalışma arşiv üzerine. Gelen gönüllülerin çoğu (ki ben başladığımda üçüncü gönüllü idim, sonradan iki kişi daha eklendi) arşivde görevlendiriliyor. Çünkü çok fazla malzeme ve iş var. Ve aklınıza gelebilecek her türden yaşam malzemesi bulunuyor. Yüzlerce çocuktan kalan… İşte dalga çekildikten sonra kalan deniz kabukları misali.
Bugüne kadar arşivde, materyaller arasında olmaktansa; alanda, dokunarak, fikir alışverişinde bulunarak ortak düşünceler ortaya çıkarmıştım. Bir çocuğun ne hissettiğini, neler yaşadığını, neler kazanıp neler kaybettiğini ondan dinlemeyi, gözlemlemeyi, paylaşmayı yani tercih etmiştim. Her şeyin anlatılamayacağını, bazen hiçbirşeyin anlatılamayacağını, ancak sözcükler dışında da bazı yolların buna olanak tanıdığını görmüştüm. Gözlerin içine bakmaktan, ellerini tutmaya kadar, sadece bir bakıştan bir yarım gülüşe kadar pek çok yolu olduğunu da deneyimlemiştim…
Taa ki şu ana kadar…
Çalışma odasında, materyallerin ölçümü ile ilgilenirken, bir çalışma arkadaşı odaya geldi. Yemeğini yemeğe başladı. Elimde ölçümünü yaptığım malzemeye dönerek, “Bunu hatırlıyorum” dedi.
…
Yakılmış köylerden göç eden çoğu insanın, anlatımları dışında, o yanık kokusunu ve hayvan seslerini ve taşın, toprağın, ağacın dilini hiçbir zaman deneyimleyemeyeceğimizin farkındaydım. Aynı zamanda bir kokunun, bir sesin, bir kelimenin veya bir küçük ayrıntının insanı nerelere götürebileceğinin de… O küçük eşyaların seslerine kulak vermeye başladım. 92-95 arası, çocuklara eşlik eden eşyaların seslerine… Ölçüm yapmak, fotoğraflamak veya kaydetmek için karşılaştığım nesnelerin anlattıklarını dinlemeye başladım. Bir resim, bir oyuncak, bir çikolata kağıdı, yanık bir mektup… Şu anda bile yanınızda olabilecek, çoğu gündelik; ama savaş koşulları altında binlerce anlama gelen eşyalar… O yüklenen anlamla birlikte, bugüne kadar bir hatıra anlatmasıydı önemli olan. O hatıranın da bir çocuğun gözünden savaş hikayesine, hafızasına, tarihine dönüşmesi meselesine geçişini gözlemlemekti.
Bu meselenin, 80’ler kuşağıyla bir ilgisi olduğunu düşünenlerdenim. Bir önceki kuşak ve bir sonraki kuşakta, “biriktirme” bu denli yoğun yaşanmış mıdır emin değilim. Evet, ilk insanlardan bu yana objeye anlam yükleme olduğunu kabul ettik ancak, koleksiyonlardan, bütün hayatı boyunca yanında eşya barındırmaya kadar, 80’lilerin, etrafındaki kuşaklardan ayırt edilebilecek özellikleri olduğunu da yabana atmamak gerekir.
İşte temizlik ve sterillik de bundan kaynaklı bu kadar önemli olsa gerek. Çünkü dokunduğun aynı zamanda bir hayat. Örselenmiş bir hayat. Açık bir yara gibi… En steril olmamız gerektiği yer olan, açık yara gibi…
“Çünkü benlik bilinci, ya da kimlik oluşumu diyelim, hali hazırda olmuş olanın göstergeleri içinde ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, zaten başlamış olan bir şeyin gerçekleşmesi olarak kendini gösterir. ‘Gerçek hafıza ortamlarının’ (milieux de mémoire) ortadan kalkmasıyla, geçmişten kopan bilincin, geçmişe dair hafızayı yeniden uyandırma ve onu kristalleştirerek cisimleştirme çabası olarak ‘hafıza mekanları’ (lieux de mémoire) kurar modern insan. Böylece, geçmişin devamlılığı sağlanacaktır.” Ayşe Uslu, “Hafıza ve Geçmişin Talebi Olarak Tarih Arasındaki Ayrım” adlı makalesinde, hafıza mekanlarının kuruluşuna dair böyle bir belirlemede bulunuyor. Bu yarattığımız mekanlar, aynı zamanda, bizim bir sonraki neslimizi de şekillendiren etkilere sahip oluyor. Nasıl hatırlayacağız, sorusu için önemli dayanaklardan biri olarak, kurduğumuz mekanları gösterebiliriz. Bir koca şehri, hafıza mekanı olarak tasavvur edebilirsek, nasıl bir gelecek yaratacağız’ın cevabına da yaklaşmış oluruz.
“İnsanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır.”
Milan Kundera
Yine aradaki 25 yıla dönüyorum. Türkiye’de, hala her şey çok sıcak. O görüşmeyi ertelersek, belki o insana ulaşamayabiliriz bir daha. Eşyalara, simgelere, objelere, mekanlara gelemeyecek kadar gürültülü her yer. Ve bu tartışılamayacak kadar “acı gerçek”.
25 yıl sonra soğuyor muymuş diye soracak olursanız ise; “kesinlikle hayır” olacaktır cevabı. Ancak eşyaları dinleyecek, onların sesini duyabilecek bir sessizlik olabiliyor yine de, silahlar sustuktan sonra…
***
Gürültülü bir yerde bu mümkün olur muydu? Eşyaların, simgelerin, metaforların sesini duymak, onlara bakabilmek, canlar dururken eşyalara yönelmek? Ne kadar mümkün olur bilemiyorum. Ancak bu bakış açısının kurulması bile önemli. Belki şimdiden biriktirmek bir şeyleri… En azından gürültünün biteceği ve barışı anlatacağı günleri çağrıştırır bize, ne dersiniz?