Hatıla! projesi kapsamında gerçekleştirdiğimiz “beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları programını DVV International’ın Türkiye temsilcisi ve stratejik partneri olarak yürütüyoruz.
Programda 2017-2019 yıllarında kolektif hafıza, hatırlama, unutma ve yüzleşme konularına ilgili ve eleştirel yaklaşımı olanların, hafıza ve vicdan mekânlarının demokratikleşmeye katkıda bulunabileceğine inananların, dünyadaki deneyimlerden yararlanmalarını, bilgi ve deneyim değişimi yapmalarını ve bu deneyimi Türkiye için işlevselleştirmelerini amacıyla onlarca gönüllümüz dünyanın dört bir yanındaki hafıza ve vicdan mekanlarında 30-60 gün geçirdiler. Deneyimlerini blog yazılarıyla paylaşan beraberce gönüllüleri, Deneyim Paylaşım Atölyeleri ile de Arjantin’den Bosna’ya, Hollada’dan Güney Afrikaya çeşitli hafıza ve vicdan mekanlarına dair deneyimlerini, çalışma alanlarını paylaşmaya devam ediyor.
Mehmet Zana Kibar / beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları 2019 Gönüllüsü
3 Kasım 2019 saat 15.40’da 15 dakikalık kısa bir rötar ile İstanbul’dan Saraybosna’ya gitmek üzere uçağımız havalanıyor. Aşağıdaki basıncı unutunca, kuşbakışı memleketimiz hiç de fena durmuyor. Havalandıkça tüm fenalıklar aşağıda mı kalsa…
Uçakta yol arkadaşımın daha önce Saraybosna tecrübesi yaşamış biri olmasını diliyordum. Uçağa geçerken, etrafımda duyduğum Türkçe seslerden birinin yan koltuğumda oturan biri olmasını umut ediyordum; Türkçe ile ilk yakınlaşmam mı acaba, o kadar acı hatıranın üzerine bir anlık dahi bir yakınlık kurulabilir mi? bilemedim. “Aranızda Kürtçe konuşmayın!” diyerek çivili pergel ile cezalandırma, kağız dediğim için ısrarla kağıt dedirtilmeye çalışılmam, köyden göç etmek zorunda bırakıldığımız Adana’da medeni bakışlar altında kimliğimin maruz kaldığı aşağılanmalar karşısında dibine girmek istediğim sırayı ve bilumum maruzatımı… o kadar çabuk unutabilir miydim? Velhasıl uçakta tüm numaraları tek-tek geçip en arka koltuğa oturduğumda henüz yol arkadaşlarım gelmemişti. Ben uzakta yaklaşan her tanıdık ses ve siluetin gelip yanıma oturmasını umdum. Son tanıdık sima da yan tarafa pencere kenarına geçince orta yaş bir çifte kaldım. Çiftler aralarına üçüncü bir kişiyi almak için dünyanın en asosyal varlıkları olduğundan ve hayatta hep şahane fırsatları birbirleriyle meşgale içindeyken heba ettiklerinden, Saraybosna’da Euro’nun geçerli olup olmadığı, Bosna KM’sine (Konvertibl Mark, Bosna Hersek para birimi) nasıl çevireceğim ve en önemlisi şehre varmak için en tercih edilebilir vasıtanın ne olduğunu öğrenmek ve birkaç soru daha danışacağım bir yol arkadaşı olamıyorlar maalesef.
Yan sıraya geçen yolcunun İlber Ortaylı kitabını çıkarıp okumasından sonra daha da emin oluyorum. Pasaport kontrolünde denk geliyoruz. Kısa bir sohbet ve İlber Ortaylı’nın Bosna’yı ne kadar çok sevdiğini anlatıyor. Naçizane kaderimin Saraybosna’da dahi İlber Ortaylı ile çakışmasından mutluluk mu duymalıyım? bilemedim. “Doğuda kopya çekiliyor, ehil olmayan öğrenciler geliyor”[1] sözleri aklımda çınlıyor hemen. Tabi ki hak veriyorum, Kürt çocuklarının memleketin en güzel boğazı ve en güzide üniversitesinde inşaat işçisi olması gerekirken profesörümüzün göz zevkini bozması ne hadlerine.
Ortaokulda genel bir sınavda dereceye girdiğimi öğrenen sınıf öğretmenim bana yaklaşıp elini uzattığında nasıl da tüm insani duygum ve çocuk saflığım ile elimi uzatmıştım; tebriki almak için. Oysaki doğudan gelen çocuğun başarısı gerçek mi diye diğer elimdeki sonuç kâğıdını istiyormuş. Bir daha da onun dersinden başarılı olamadım, en sevdiğim ders matematik ile arama ırkçılık giriyordu. Hak mı dedin profesör, biz zatı şahanenizin katına çıkana kadar ne haklardan feragat ediyoruz haberin var mıdır?
Pasaport kontrolünden geçince yolumuz ayrılıyor. Döviz bürosunu gözüm arıyor hemen, Saraybosna Uluslararası Havalimanı çok büyük olmadığından bulması da zor olmuyor. Türkiye’deki havalimanlarından tecrübe ile her şeyin uçuk bir fiyatta olduğu ve döviz farkının çok olacağı düşüncesi ile bugünlük maceramda yetecek kadar döviz bozuyorum ki bu endişeye mahal yokmuş oysaki.
Diğer baharları bilmiyorum ama sonbaharda Saraybosna harika bir yer, daha taksideyken ve kısa bir yol almışken gördüğüm manzara muhteşem. Doğa muazzam bir seyir sunuyor, Van Gogh’un tabloları arasından geçiyormuşum gibi bir his yaratıyor. Etrafı dağlarla çevrili ve yolları sonbaharın sararmış yaprakları ile süslenmiş Saraybosna’da kolayca adresime varıyorum. Taksiden iner inmez ev sahibem Lejla, tüm sıcaklığıyla karşılıyor. Beraber eve geçiyoruz; evi, wifiyi, gezeceğim, yemek yiyeceğim yerler konusunda kısa bir rehberlik sunumundan sonra masaya koyduğu börekler ve kaderimle baş başa bırakıyor.
Kaldığım ev merkezi ve müze ile paralel bir çizgide olduğu için 3 duraklık mesafeyi yürüyerek daha ilk günden kolayca buluyorum. Saraybosna, İstanbul’a göre çok küçük bir şehir ve birçok yere yürüyerek gidip gelebiliyorsunuz. Burası küçük bir şehir ama kocaman bir müze gibi, müzenin içinden belleğimdeki izlerin mekânlara nasıl tek tek işaretlendiklerini seyre dalarak Bosna ve Hersek Tarih Müzesi’ne gidiyorum.
VjecnaVatra -Sonsuz Ateş
Evden çıkıp her gün çan seslerini duymaktan hoşnut olduğum Mariji Kilisesinin önünden geçip merdivenlerden aşağı indiğimde önce Markale pazarı sonra Sonsuz Ateş karşılıyor beni. Savaşı gören insanların içindeki sönmeyen ateşi temsil eden anıt, İkinci Dünya Savaşında yitirilen canların anısına 1946 yılında savaşı unutturmamak adına yapılmış. 2011’de bir grup söndürmeye kalkmış fakat çevredekiler sayesinde tekrar yanmış. 1946 yılından beri yanan Sonsuz Ateş salt savaşta yitirilen canların anısını sıcak tutmuyor, evsizlerin de uğrak mekânı. Saraybosna soğuğunun çok sert olduğu söyleniyor. İstanbul’a nazaran bir tık daha soğuk olsa da henüz o kadar bir sertlik karşılamadı beni. Ancak rüzgâr çok fena esiyor bazen, o nedenle yol güzergâhımda böyle sıcak bir nokta olmasından gayet hoşnudum. Aziz hatıraların arasından geçerken buz tutan kalbimi ve rüzgarda kuruyan yüzümü, Sonsuz Ateş’in alevine bırakıyorum. Yüzümü bir sıcaklık ile okşuyor, buzlar çözülüyor, kalbim yumuşuyor.
Ek bir bilgi olarak kent, 6 Nisan 1945’te Nazilerin işgalinden kurtulduğu için 6 Nisan “Saraybosna Şehir Günü” olarak da kabul ediliyor. Hem kuşatma sırasında hem de Nazi işgali boyunca hayatını kaybeden kurbanlar, 6 Nisan’da Sonsuz Ateş anıtı etrafında bir araya gelinerek anılıyor. Kentin bir başka talihsizliği Birinci Dünya Savaşının fitilinin buradan ateşlenmiş olması. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tahtının varisi Franz Ferdinand 1914’te kenti ziyareti sırasında Miljacka Nehri üzerinde olan Latin Köprüsü’nün yanında, Sırp suikastçı Gavrilo Princip tarafından suikasta uğruyor. Yugoslavya döneminde suikastçıdan ilhamla Gavrilo Köprüsü olarak anılan yer daha sonra Latin Köprüsü adını almış. Sonsuz Ateş ile aralarında birkaç dakika mesafe var. Birinci ile İkinci Dünya Savaşı anısı arasında birkaç dakika…
Memorial for Children Killed During Siege – Savaşta Öldürülen Çocuklar Anıtı
Sonsuzluk Ateşi’nin sıcaklığını geride bırakıp Yugoslavya’nın kurucusu Mareşal Tito Caddesi üzerinde müzeye yol alırken Veliki Parkı’nda Memorial for Children Killed During Siege – Savaşta Öldürülen Çocuklar Anıtı karşılıyor beni. 44 aylık Saraybosna kuşatması sırasında öldürülen 11 bin 541 kişinin arasında, yaklaşık 1600 çocuk bulunuyor. 1992-95 yılları arasında öldürülen 521 çocuğun isminin yazılı olduğu bir anıt, çocukların ayak izleri ve mezarları, savaşın ağırlığını buz gibi hissettiriyor. Oysaki uzaktan ne hoş gözüküyor, Veliki Parkı, güzelliğini daha varmadan hissediyorsunuz. Yollar yapraklar ile kapanıyor, oturaklar dökülen sonbahar yaprakları arasında kayboluyor ve rüzgâr yapraklardan küçük hortumlar oluşturuyor, sanki bir çift dans ediyor. Tüm bunlar çok güzel ama yine de etkilendiğimi söyleyemem, insan belleğindeki bir ize rast geldiğinde daha çok etkileniyor. Çocukların mezarları, isimlerinin yazılı olduğu anıt, küçük ayak izleri… Eşrefi mahlûkun çılgınlığının ne raddeye varacağını nasılda iyi sergiliyor. Katili tarafından hayattan erkenden koparılan tüm çocuklar için haykıran Nermin’in anıtını görünce içimdeki fırtına susuyor, öfkem diniyor, 12 yaşında 13 kurşuna layık görülen Uğur Kaymaz’ın gölgesi buz gibi üzerime çöküyor ve hayat donuyor. Babası Ramo ile beraber ‘bir şey yapmayacağız’ diye alıkonulmuş ve bir daha haber alınamamış. Ta ki baba ve oğul, 2008 yılında Srebrenica yakınlarındaki toplu bir mezarda bir kazı ekibi tarafından bulunana kadar. 21 Kasım 2004 yılında Mardin’in Kızıltepe ilçesinde ayağındaki terlikleri ile birlikte baba Ahmet Kaymaz ve Uğur Kaymaz ateş altına alınmış ve sonsuzluğa uğurlanmıştı. Üstelik çatışma süsü vermek için küçük bedeninin yanına kendisinden büyük bir kalaşnikof koymayı da ihmal etmemişlerdi. Küçük bedenine 13 kurşun saplanmıştı ve kurşunları kadar ömrü vefa etmemişti. Uğur’un küçük bedeni gibi anısına da küçük bir anıt dikilmişti. 11 Haziran 2016’da anısına dahi tahammül edemediler. Uğur’un heykeli, Kızıltepe Belediyesi’ne atanan kayyım tarafından kaldırıldı. Ve Derik Belediyesi’ne atanan kayyım da adı Uğur olan parkı yıktırıyordu. 12 yaşında 13 kurşun hak gördükleri Uğur’u hatırlamak istemiyorlardı.
Hatırlamak, geçmiş ile yüzleşmek, geride kalmış acıların yarasını açıkta bırakmaktan ziyade, insanlık, yeni çocukların bu dünya hayatını daha uzun yaşamasını sağlayan önleyici bir tedbir olduğunu tecrübe etmişti. Uğur’un anıtı orada durup gerçeği yüzlerine haykırmaya devam etseydi, Azraili işinden alı koyar mıydı? Bilemedim. Zira gözleri üzerlerindeyken Roboski olmuştu. 34 çocuk-yetişkin ruhlarını üzerlerine yağan bombalara teslim etmişlerdi. Uğur orada dururken ve gözlerine bakmaya devam ederken yapmışlardı. Gözlerini sakındılar mı? Hayır! Utandılar mı? Hayır! Utanmak devrimci bir duygudur diyor ya Marx, öyleyse utançtan çok uzak olduklarını söyleyebilir miyiz? Nihat Kazanhan, 11 yıl sonra 14 Ocak 2015’te Uğur gibi 12 yaşında sonsuzluğa uğurlandığında, metanet ölümlere doymuştu ve savaşa kapılar aralanıyordu artık. Tetikler tek tek gülleri soldurmak için basılmıyordu, kentler kuşatılıyor; tank, top, havan bombası yağmur gibi yağmaya başlıyordu. Aldırış etmiyorum yağmura, sonbaharın yağmurlu gününde ıslanmayı umursamadan Nermin’in çığlıklarını geride bırakıp biraz gidiyorum ki ayaklarım duruyor, Bosna Gülü. Nasıl da daha önce görmemişim, bir mekâna o kadar çok hatıra kazınmış ki; Markale pazarı, çocuk mezarlığı, ayak izleri, hep 92-93-94-95 yıllarını gösteren isimlerin yazılı olduğu anıtlar… Belki de görmüşüm ama fark etmemişim, zihnim dolmuş savaş anısı kaydetmekten.
Sarajevska ruza – Saraybosna gülü
Kuşatma sırasında Saraybosna’ya yağmur gibi bomba yağıyor. Birleşmiş Milletler tarafından tespit edildiği kadarıyla, günde ortalama 330 bomba düşüyor. 22 Temmuz 1993’te ise bir günde Saraybosna 3.777 adet bomba ile vuruluyor. 2 Mayıs 1992’de başlayıp 1.425 gün süren kuşatma boyunca bu bombalardan her biri şehrin asfaltından veya yapılarında izler bırakıyor. Bunların çoğu kuşatılmış şehrin bir ya da birden fazla insanını yaralıyor ya da öldürüyor. Bombalar düştükleri asfalt üzerinde çiçeklere benzer izler bırakıyor. Bu izler bazı yerlerde kırmızı bir reçine ile doldurulmuş ve Saraybosna gülü adını almış. Böylelikle, Saraybosna gülü, kuşatılmış Saraybosna’nın öldürülen insanlarının, onların kahramanca mücadelesinin bir sembolü, kırmızı renk ise su kuyruklarında beklerken öldürülen insanların, kaygısızca oynarken vurulan çocukların ve çıkışı olmayan şehirde sadece hayatta kalmaya çalışmış olan nicelerinin dökülen kanlarının zamansız hatırası olarak bugüne kalmış.
15 Ocak 1993’de su kuyruğunda 8 kişi ölürken, aynı yıl 80 kişinin de yaralandığı bir futbol maçında 15 kişi ölmüş. 1994 yılında Markale Pazarı’na kalabalığın en yoğun olduğu öğle vakitlerinde yine havan topları yağmış ve 68 can hayata veda etmiş…
Yol ortasında, sokakta, caddede yere düşen bedenlerin kanayan yarası kedilere, köpeklere yem olmasın diye taşlanırken, Silopi’de evin avlusuna bir havan topu daha düşüyordu ve bodruma sığınan küçük kızının gözleri önünde babası ve 3 kişi daha düşüyordu toprağa. Cizre’de ne çok duyuyordum “yağmur gibi yağıyordu” ve bu yağmur tanelerinden biri 10 yaşındaki Hayrettin’i evinin içinde yakalıyordu. Sur’da Fatma Ateş sabah namazı için avluya çıktığında, Melek Alpaydın ise çatışmanın yoğun olduğu yerden daha güvenli diye üç aileyle birlikte sığındıkları evde çocuklarına kahvaltı serdiği sırada sofrada yakalanıyordu havan toplarına. Duvarlar kırmızıya boyanıyordu ve hatırası kalıyordu yalnız. Ancak o hatıra da kazınıp yine belleğimize defnedilecekti. Tank, top, kurşunun iz bıraktığı mekânları buldozerler, kepçeler yerle bir ediyordu. Azrail, Saraybosna’da yarım bıraktığı işi burada tamamlıyordu.
Mekânlar, ortak geçmişe sahip olan insanlar için bir hafıza tetikleyicisidir. Hafıza mekânı bir zamanlar oralarda yaşayanların yokluğunu ifade eder. Onlar yoktur orada ve o mekânlar bir zamanlar orada var olanların temsili olarak orada durur.
Saraybosna geçmişin temsili ve şimdi ile geleceğin ortak mekânı olurken, Sur geçmişin izinin silindiği ve şimdi ile geleceğin mekânsızlığı oluyor. Önce gavuru[2] gidiyor, sonra Süryanisi, Kürdü… katman katman mekân kazınıp izler hafriyat kamyonları ile hafıza çöplüğüne taşınıyor. Gidenlerin ardından bir zamanlar orada yaşadıklarına dair iz bırakılmıyor. Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de, Şırnak’ta, İdil’de, Silopi’de, Yüksekova’da solan güller Saraybosna’da açıyor.
Delik deşik binalar
Yıkımın izleri, delik deşik binalar, kaldırımlardaki kurşun ve havan toplarının yarattığı izler kentin her köşesine her duvarına sinmiş. Kuşatma boyunca Saraybosna’ya havan topları yağmamış sadece, keskin nişancılar konumlanmış tüm şehre. Ormana inen avcılar gibi kurbanların alanına sokulmuşlar peşi sıra. Etrafı yemyeşil dağlarla çevrili Saraybosna’yı ortadan Miljacka Nehri ikiye bölüyor. Bu dağların yeşilliği kuşatma sırasında yerini tank, top ve ağır silahlara bırakmış, Miljacka Nehri’nde de su yerine ölüm akmaya başlar. Nehirle paralel çalışan tramvaya Rus ruleti ismini takmışlar. Yolculuk sırasında keskin nişancılarının hedefinden kurtulup hayatta kalabilmek için doğru koltuğa oturmak gerekiyormuş. Bazı caddelerden keskin nişancılar nedeniyle geçmek o kadar zor hale gelmiş ki hayatta kalabilmek için hızla koşmaları gerekiyormuş. Kuşatma anını gösteren birçok fotoğrafta da bu koşuşturma karelere yansımış. Riskli sokaklarda insanlar yıllarca karşıdan karşıya koşarak geçmiş. Hedefi açık bu sokaklarda Saraybosnalılar üçüncü geçen kişi olmamayı öğrenmiş; Sırp nişancı birinci geçeni fark eder, ikinciye nişan alır, üçüncüyü vurur.
Koşuyoruz nefes nefese. 93’te eski bir Ermeni köyü olan beldemiz bir kez daha kuşatmaya alınıyordu. Saraybosna ile aynı zamanda kuşatılıyorduk. Nenemden dinliyordum, burada Ermenilerin başına gelenleri; beraber kazan kaynatırken gelen felaket ile karnı süngü ucuyla deşilen hamile kadınlar, topluca eve toplayıp ateşe verilmeler, ateşten gizlice kurtarılanlar, kaçanlar, göçenler… Şimdi bizim için geliyorlardı. Ama ne günde 3 defa evimizi basıp talan etmeleri, ne sabah uyandığımda evden birini alıp götürdüklerini duyduğumda, ne annem ve nenemin yüzünü parçalayıp saçını yoldukları zaman, ne işkenceleri ne de evi yaktıklarında içinde biz de yanmayalım diye kaçak yaşadığımız günler… o günden bu yana içimde kalan iki yaradan biri; geldiklerini öğrendiğimde koşarak haber vermek isterken dikkatlerini bizim eve çekmiş olmam…
Koşmak, bir tehlike alanında uzaklaşmak mıdır sadece, yoksa bir umut, bir şey yapmak mıdır? Travmayı ancak bir şey yapanlar atlatıyor, sessizlik travmayı sonsuzlaştırıyor maalesef. Mardin Nusaybin Kuruköy’lü (Xerabê Bava) kadınlar, nasıl da gurur ile tüm kadınların askerleri taşladıklarını ve köyün kadınlarını gözaltına almalarına izin vermediklerini anlatıyorlardı, köyü alt üst edip 4 kişinin öldürülmesi üzerine görüştüğümde. Oysa ki kaç kez evler talan edilmiş, köy alt üst edilmişti, kaç ölüme şahitlik etmişlerdi. Ama bir şey yapmak, bir kıvılcım gelecek için müthiş yara sarıcı oluyor. Gelecekte travma ancak geçmişte bir şey yapmış olmak ile atlatılabiliyor. Heidegger’e göre bir kahramanlık anı olarak inşa etmededir; “bir şey yapmak”, ona göre zaten budur. İşte bu faaliyet sayesinde insan dünyada bir dünya/ kendi yerini kurar, böylece kendini “birisi”, kimliği ve tarihi olan biri olarak gerçekleştiriyor.[3]Umut için kazmaya başlamışlar ya da belki de bir şey yapmak için iki kürek ile işe koyulmuşlar. 200 havan topunun düştüğü yerde 5 metre yerin altından başlamışlar Umut Tüneli’ne, Birleşmiş Milletler kontrolünde olan Saraybosna Uluslararası Havalimanı’na 800 metre sonra ulaşmak için. Ve böylece savaşın kaderi değişmiş, Saraybosnalıların hem bedeninde hem belleğinde yara sarıcı olmuş.
Diz çökmüş, başını cellâdına sunmuş bir görüntü o kadar çok etkilemiş olmalı ki silahın üzerine yürümüşüm. Sonrasını belleğim kaydetmemiş. Ambulans sesleri, buranın reisi benim diyen doktor, bağrışlar, çağırışlar… olsun koşmak harika bir duygu. Oysaki koşarken ne çok vurulmuş Saraybosnalılar. Koşmak yetmemiş riskli sokaklara perde çekmişler. Su ve elektrik kesilmiş, yakacak ve yiyecek bulamamışlar. Yakacak için şehirdeki ağaçları kesmişler. Sur’da duman çıkartmak bile ölüm çağrısı olduğu için şeker hastalarının beden ısıları ısınmanın çaresi olmuş. Yüksekova’da bu da çare etmemiş, soğuk kış solunan elma kokusu ile dondurmuş bedenleri. Soğuk bedenlerini önce tatlı bir koku sarmış, elma kokusu diye kimyasal soluduklarını bilmeleri çare etmemiş ve yavaş-yavaş soğuk bedenleri hareketsizleşmiş kış ortasında. Ah belleğim kazıdıkça katman-katman ne çok kalıntı çıkıyor.
Ev ile müze arasında 20-25 dakika olan yolum sonu gelmez bir hafıza yarasına dönüşüyor. Çan sesini, Markale Pazarı’nı, Sonsuz Ateşi, Ali Paşa Cami Mezarlığını, Nermin’in çığlığını, ayak izlerini, hep aynı tarihi gösteren ölüm zamanını, Bosna gülünü, belleğimdeki çağrışımları gerimde bırakırken, 25 yıl önce keskin nişancıların delik deşik ettiği binalar, izler sıra-sıra diziliyor önümde. Şırnak, Cizre, İdil, Silopi, Sur, Yüksekova, Nusaybin’den geçip müzeye varıyorum.
Bosna ve Hersek Tarih Müzesi
Saraybosna kuşatmasında payına düşeni almış; duvarlarında hala kurşun delikleri olan, yıkık ya da bazı basamakları bozuk Bosna ve Hersek Tarih Müzesi’nin merdivenlerinden çıkıp kapısından içeri girdiğimde, “faşizme ölüm halka hürriyet” yazılı rengarenk bir vitraj karşılıyor beni. 1966 yıllında Vojo Dimitrijevic tarafında yapılan1973 yılında müzeye yerleştirilen vitraj da 1992-95 kuşatmasında payına düşeni almış. Kırılmış, çatlamış camları hala kurşun izleri taşıyor. Eser, İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından kuşatılan kentin, faşizme karşı direnişinde ilhamını almış. Halkın, ülkelerini kurtarmak için verdikleri mücadele ve özgürlük içinde yaşam arzusunu yansıtıyor.
Respect/Saygı
Faşizme ölüm, halka hürriyet sözlerinin karşılamasından sonra sola döndüğümde her dilde saygıya davet ediliyorum. Her dilde saygı kelimesinin yazılı olduğu pano neredeyse koca duvarın tamamını kaplamış. Budizm, Hristiyanlık, Müslümanlık sembolleri ve sonsuzluk imgesi hemen yanında bir arada saygıyla sunuluyor. Üç dini saran üç çember üç cenneti tasvir ederken, merkez halka, toplumun yenilenmesi için gereken dengeyi ve uyumu üreten bu antithetik unsurlar arasındaki bağlantıyı temsil ediyor. Ortalarında duran Kübik Sonsuzluk Çalışması ise ortak manevi özlemin uyumunu sağlıyor. Ve saygı kelimesi, insanlar ile farklı kültürel, dini ve politik gelenekler arasındaki yakınlaşmada gerekli olan ilk eylemi gösteriyor. Respect, hurmat, postivanje, pagarba… her dilde saygıyı ne çok söyleme ihtiyacı duyulmuş. Ama ne bu topraklarda ne o topraklarda saygının sözcükten çıkıp hayata dahil olması uzak bir ihtimal. Tren İstasyonu’ndan çıkıp hemen sağındaki fastfoodda atıştırmak için oturduğumda, “Burası helal, biz Müslümanız, Tuzla biraz karışık ama Saraybosna Müslüman” diyen işletmecinin aha al sana saygı mealinden bir hoş geldin karşılaması oluyor. Sarejova birasını yudumlarken işletmecinin kimliği vurgulama arzusu buradaki gerilimi gösteriyor. Bakmayın siz çan sesi ile ezan sesinin birbirine karışmasına, herkes kendi mahallesinde yaşıyor. Boşnakların, Sırpların ve Hırvatların mahalleleri ayrı burada. Saraybosna’da görünmez sınırlar ayırıyor kenti, farkına varmadan belki de Sırp bölgesine geçmişsinizdir. Saraybosna, hem Bosna-Hersek Federasyonu’nun hem de fiilî başkenti Banyaluka olan Sırp Cumhuriyeti’nin de hukukî başkenti. Sırp Cumhuriyeti, Sırbistan ile karıştırılmasın, Bosna Hersek’i oluşturan iki özerk bölgeden biri. Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un saatli bombaya benzettiği Saraybosna’da şimdilik hayat saygıdan öte bir dengede akıyor. Et ile tırnak gibi birbirimize geçtiğimiz bu topraklardaki gibi. Oysaki Muğla’da yerel kıyafetleri ile Facebook’ta fotoğraf paylaştığı için komşuları ve dahası tarafından linç edilip sürüklene-sürüklene götürülüp kan revan içinde Atatürk büstü öptürüldüğünde[4] saygı bir kez ölmemişti, bininci kez daha ölümü tadıyordu. Bir daha dirilmesini dilemeye, umudumuzu diri tutmaya hiç mahal yok. IŞİD katliamında canını kurtaran Ezidîler bir daha topraklarına geri dönmek istemiyorlardı. IŞİD değildi mesele, beraber oynadıkları, gezdikleri, konuştukları, yemek yedikleri Arap komşularının bir anda haysiyet celladına dönmüş olmaları, en çok umudu tüketmişti. Saygısını çoktan yitirmişti bu topraklar ve bazıları bir daha dönmek istemiyordu. Mersin’deyim, kıyametten can havliyle kendilerini buraya atanlar, hala bu hayatta düğünlerin yapılıp insanların eğleniyor olmasının etkisini üzerinde atamamıştı, görüştüğümde. Dönmek istemiyorum bir daha diyordu genç bir ses. O sokaklar yok, orada beraber yaşadığım arkadaşlarım artık yok, anılarım yok, hatıram yerle bir, her yer kan revan neden döneyim ki, dönsem mahallem o mahalle mi… umut neden dönsün ki saygının olmadığı toprağa.
Respect diye haykıran Michelangelo Pistoletto’nun önünde uzayıp giden koridor, Saraybosna’ya saygısızlığı sergiliyor. Koridor boyunca fotoğrafçı Jim Marshall, Saraybosna’nın 92-95 kuşatma sonrasını, aynı fotoğraf karelerinde yan yana getiriyor. Savaşın hemen ardından 1996 yılında kente gelen Marshall, savaşın kentte yarattığı tahribatın fotoğraflarını çekiyor. Sergi, Mostar 92 Urbicide sergisini anımsatıyor. Savaştan sonra Boşnak mimarlar, Bosna’da yaşanan kuşatmanın kente karşı yapılan en büyük suç olduğunu bir sergi ile tüm Avrupa’ya gösteriyordu. Ve literatüre kente karşı işlenen en büyük suç olan; Urbicide kavramı giriyor. Her iki sergi de, Urbicide/Kentkırım; bir kent kültürel mirası ve içinde yaşayan insanlara karşı yapılan hoyratlığı gösteriyor: