beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları

  • 26
    aralık
    beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları
    Bugünden beraberce: Hafıza ve Barış Buluşmaları
    DETAYLI BİLGİ
  • 21
    aralık
    beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları
    Lara Özlen ile Deneyim Paylaşım Atölyesi: Pink Armenia-Ermenistan
    DETAYLI BİLGİ
  • 22
    kasım
    beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları
    Umut Erdem ile Deneyim Paylaşım Atölyesi - Umut Tüneli Müzesi Saraybosna
    DETAYLI BİLGİ
  • 18
    ekim
    beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları
    Deneyim Paylaşım Atölyesi: Gökyüzü Kahramanları ve Haysiyet Devrimi’nin Müzesi-Maidan
    DETAYLI BİLGİ
  • 25
    haziran
    beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları
    Deneyim Paylaşım Atölyesi: Zelal Pelin Doğan ile Esma Hafıza Mekanı Müzesi
    DETAYLI BİLGİ
  • 28
    Mayıs
    beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları
    Atölye - Hafızanın Peşinde: Geçmişi ve Geleceği Kurtarmak
    DETAYLI BİLGİ
  • 20
    Mayıs
    beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları
    Atölye - Wannsee Konferans Evi: Umuda Bir Fener
    DETAYLI BİLGİ
  • 20
    nisan
    beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları
    Atölye: Sergei Parajanov’un Artistismus'u
    DETAYLI BİLGİ
  • 01
    mart
    beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları
    beraberce Sohbetler: Sokaklar, Sokaklar, Kadınlar
    DETAYLI BİLGİ
  • 25
    şubat
    beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları
    Deneyim Paylaşım Atölyesi: The Hague Peace Projects
    DETAYLI BİLGİ
Proje Hakkında

Hatıla! projesi kapsamında gerçekleştirdiğimiz “beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları programını DVV International’ın Türkiye temsilcisi ve stratejik partneri olarak yürütüyoruz.

Programda 2017-2019 yıllarında kolektif hafıza, hatırlama, unutma ve yüzleşme konularına ilgili ve eleştirel yaklaşımı olanların, hafıza ve vicdan mekânlarının demokratikleşmeye katkıda bulunabileceğine inananların, dünyadaki deneyimlerden yararlanmalarını, bilgi ve deneyim değişimi yapmalarını ve bu deneyimi Türkiye için işlevselleştirmelerini amacıyla onlarca gönüllümüz dünyanın dört bir yanındaki hafıza ve vicdan mekanlarında 30-60 gün geçirdiler. Deneyimlerini blog yazılarıyla paylaşan beraberce gönüllüleri, Deneyim Paylaşım Atölyeleri ile de Arjantin’den Bosna’ya, Hollada’dan Güney Afrikaya çeşitli hafıza ve vicdan mekanlarına dair deneyimlerini, çalışma alanlarını paylaşmaya devam ediyor.  

 

Proje

Aslıhan Yılmaz / beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları 2019 Gönüllüsü

Hafıza Mekânları Değişim Programına doğru, 2018

Üç yılda merak ettiğim her şeyin peşine düşebildiğim doktora ders dönemi yeni bitmişti; -ilk göz ağrısı- üç tematik müzenin kalıcı sergileme tasarımı sona yaklaşıyordu; babam ilk defa bana yaşlı ve yavaş görünüyordu; beraberce’nin hafıza konulu değişim programını ilk gördüğümde. Tema, kapsam ve kurumların çalışma alanları, bana göreydi!

Yaza kadar babamı komple bir sağlık taramasından geçirip korkacak bir şey olmadığını öğrenecektik, yıllık fizik tedavi seanslarına bu yıl birlikte gidecektik; yazın -umarım- ilk tercihim olan kurumda araştırmamı yapacaktım; sonbaharda epey zamandır modellediğim işe girişecektim.

Hevesle üç tercih yaptım. Fakat Uluslararası Vicdan Mekânları Koalisyonu’nun (ICSC) çağrısı beni bir başka heyecanlandırdı; “gönüllünün özel ilgilerine göre kendimizi adapte etme konusunda esnek olacağız” yazıyordu; duyduğum ise “topluluk refahının kişisel refahtan geldiğini biliyoruz, topluluğa faydalı olanın kişinin kendisini faydalı hissetmesiyle ilişkili olduğuna inanıyoruz, burada birbirimize faydalı oluruz, ortak ideallerimiz için birlikte çalışırız, genellikle ideallerimize ulaşırız ve birlikte kutlarız” idi. Kurumsal yaşamda, akademide, sivil toplumda izine pek az rastladığım, nadiren deneyimlediğim bir paydaşlık haline duyduğum özlemi tercüme ediyordu bu çağrı.

Sonuçlar açıklanmadan bir de Koalisyon’un Küresel Ağlar Direktörü’yle Hrant Dink Vakfı’nda yürüttüğü “beden haritalama” atölyesinde tanışma fırsatım oldu; çağrıdaki dilin şablon olmadığını anladım, heyecanım arttı.

..

Babam çok severek -sosyalleşmeye- gittiği fizik tedaviye direnç gösteriyordu, anlayamıyordum.

..

Başvurum onaylanmadı!

..

Babamı yavaşlatanın yaşlılık olmadığını öğrendim. Yazı babamla geçirecektim, iyileşecekti, hep öyle oldu- sonbaharda kaldığım yerden sahaya dönecektim.

..

Öyle olmadı.

Her açıdan birlikte tedavi olduğumuz bir on sekiz ay deneyimledik. Annem ve babam yedi yaşımdayken boşandıklarından beri üçümüz ilk kez birlikte yaşadık. Birbirimizle çok konuştuk, birbirimize kalbimizi açtık, çok güldük, ağladığımız da oldu. Hastalığın endişesine rağmen mutlu olduk. Babam ‘hasta’ olarak, annem ‘destek’ olarak çocukluğumdan kalan yaraları iyileştirdiler. Bu, hayatımda aldığım en değerli hediye ve hafıza muhasebemi tamamen güncelledi.

..

2019 yaz gündönümünde babam bize veda etti. Yaşadığım en uzun geceydi.

..

Babamı uğurlar uğurlamaz tacize geçen üveylere aldırmadan yasımı doyana kadar yudum yudum içtim; acının bir tadı var ve fakat yas acıdan ibaret olmayan zengin bir hal, bilebilene. Yasım acıyı dönüştürme özgürlüğüm oldu.

..

Tam da o günlerde Hafıza Mekânları Değişim Programı 2019 çağrısı -herhalde benim için gecikmişti- ilaç gibi geldi; yeniden hayal kurabildim.

..

Babam çok sevdiği kuzenini kaybettiğini hiç bilmedi. O’ndan saklarken halamın yasını tutamadığımı, babamın peşinden gitmekte acele eden amcamın cenazesinden sonra fark ettim. Normal hissetmiyordum, hafızam dağılmak istiyordu; kendimi psikiyatra götürdüm: “bu durumda normal olman normal olmazdı, akut dikkat dağınıklığı kendi kendine ve en son toparlanacak.”

2019 hafıza mekânları deneyimlerimi bahardan sonbahara cenaze/yedisi/kırkı/mezarlık ziyareti olarak kişisel tarihime kaydettim.

..

Başvurum kabul edildi!

..

Yolculuk hazırlığı hızlı ve yoğun geçti; babamı -kendine seçtiği- doğum gününde ziyaret ettim; büyüklerin ve kuzenlerin bir kısmıyla buluşabildim; hastane sürecinde müzeler ve Endüstriyel Tasarımcılar Meslek Kuruluşu (ETMK) gönüllüğü dışındaki tek uğraşım olan Playback Tiyatro eğitim dokümanlarının tercümesini bitirdim; uçuştan 12 saat öncesine kadar kalacak yer aradım; valizimi uçuşa 4 saat kala hazırlayabildim.

..

19 Ekim Cumartesi

Uçuşta uyuyamadım, güçlükle ayakta duruyorum ve söyleneni yavaş anlıyorum. Pasaport kontrol noktası miting alanı gibi. Yer hizmetleri görevlisi Asyalı kız kardeş halimden anladı ve beni yanında yiyecek getirenlerin sırasına sokup hızlıca dışarı çıkmamı sağladı. New York Havalimanından -ev sahibimin beni alacağı- Newark Havalimanı’na servislerin o saatte artık olmadığını öğrendim, beraberce ekibinin önerdiği saatte uçmalıydım! İstanbul’da sabaha karşı -kim bilir nasıl bir taksiciyle- hiç bilmediğim yeni havalimanı yoluna çıkmayı güvenli bulmadım. Bursum için küçük, Türk Lirası ölçeğinde büyük bir tutara ötekileştirici endişelerimi New York Havalimanı taksi durağında bıraktım.

Yolda uyanık kalmak için epey çaba sarf ettim; New Jersey’e vardığımda ise kapıdan girer girmez benimkine benzer bir kedi gördüğüm an ‘evdeyim’ hissiyle rahatladım.

..

21 Ekim Pazartesi

İstanbul’da her gün Anadolu Yakası ile Avrupa Yakası arasında gidip gelmek için Boğaz’ı geçtiğim gibi New Jersey’den New York’a geçiverdim. 11 Eylül’den sonra yenilenen fütüristik Dünya Ticaret Merkezi İstasyonu’ndan çıkar çıkmaz restoranların, sokak yemeklerinin yüzüme çarpan yağ kokusuyla bir metropolde olduğumu anlıyorum. Sabah saat dokuz, turistler New York Borsası’nın önünde “Korkusuz Kız” ile fotoğraf çektiriyor, ofise girmeden turistçilik oynuyorum.

Koalisyon’un geçen yıl taşındığını duymuştum; her katta farklı konulara odaklanarak temelde aynı amaç için farklı insan profilleriyle farklı yöntemlerle çalışan sivil toplum kuruluşlarının bir araya geldiği bir merkezde artık. Burada keşfedeceğim şeyler olmalı.

Küresel Ağlar Direktörü(m) Linda’yı İstanbul’daki konferans ve atölyeden tanıyorum. Ekibin geri kalanıyla tanışmak için sabırsızlanıyorum, beni sıcak karşılıyorlar. Hafta başına göre ofis tenha, sık sık uzaklara yolculuk ettiklerini öğreniyorum.

Linda ile burada geçireceğim iki aya yakın süreden beklentimizi ve bu deneyimin nelere dönüşebileceğini konuştuk; farklı bölgelerden farklı topluluk hikâyelerinin duyulması için çalışan organizasyonların etkileşimi için Koalisyon’un ne(ler) yaptığıydı merak ettiğim.

Bana sunduğu araştırma konularından çok mutluyum!

Haftalık programımızı yapıyoruz; ilk olarak Koalisyon üyelerini inceliyorum.

Uluslararası Vicdan Mekânları Koalisyonu, 1999 yılında Tenement Müzesi’nin kurucularından aktivist Anita Jacobsen’in “daha adil bir gelecek yaratmak için geçmişle bağlantı kurmak” gerektiğine dair çağrısına farklı ülkelerden 70 kadar kurumun yanıt vermesi üzerine oluşan bir ağ. Bugün 6 kıtada, 65’in üzerinde ülkede, 300’ün üzerinde tarihsel alan, müze, hafıza mekânı/merkezi/insiyatifiüyesiyle birlikte insan hakları için, hafızayı eyleme dönüştürmek için ‘adalet, hakikat, uzlaşma’ bağlamında çalışan küresel bir inisiyatif olarak tanınıyor. Toplumsal hafızanın üzerinin örtülmemesinin ve üzerine diyalog geliştirmenin önemine, kolektif etkileşimin geleceği geçmişten farklı kılabileceğine inanıyor.

22 Ekim Salı

Ayda iki kez yapılan çevrimiçi ekip toplantısında Amerika’nın ve farklı kıtaların şehirlerinde çalışan ekip üyeleriyle tanıştık. Gündemlerini paylaştılar; Linda Estonya’dan üyeliğe başvuran kuruluşun Sovyet Komünizmini eleştiren sergisinden, Sarah C. Kuzey Afrika saha ziyaretindeki ‘doğruyu anlatma’ deneyimi üzerine çalışmalarından, Sarah B. Batı Afrika’da ‘katılımcılık farkındalığı’ metodolojilerinin uygulamalarından; Devon Asya’da katıldığı ‘beden haritalama’ eğitiminden; Pearl New York Eyaleti’nin güncellediği yıllık zorunlu çevrimiçi ‘cinsel taciz’ konulu eğitimini almak için 1 ayımız olduğundan, Dario Kuzey Afrika için dijital stratejigeliştirmekten bahsetti. Çok dilli, çok-kültürlü ekip arkadaşlarımın ‘iş’ yapmayı bilen ve severek yapan kişiler olduğunu görmekten mutlu oldum. Sıra Koalisyon’un Direktörü Elizabeth’e geldiğinde “hepimiz bir an durup ne kadar çok ve güzel şeyler yaptığımıza bir bakabilir miyiz, bu harika!” dedi. O an içimden ‘bu ekiple çalışmak istiyorum’ diye bağırdım.

23 Ekim Çarşamba

Linda aniden rahatsızlanan babasını görmek için Florida’ya gitti. Yine de ‘göçmen müzesi’ Tenement Müzesi Genel Müdür Yardımcısı Emily’ye geleceğimi bildirme nezaketinde bulundu.

1860’lardan 1930’lara kadar Brooklyn’in Aşağı Doğu Yakasını yuva edinmiş Avrupalı göçmenlerin o gün yaşadığı binaların hepsinin bugün başka bir işlevi var. İçi restore edilmemiş tek bina olan 97 numarayı dikkatlice geziyoruz. Binanın kaplamaları, döşemeleri, kapı pencere çerçeveleri olduğu haliyle muhafaza edilmiş. İçerisi oldukça dar ve karanlık; içeride bir yere dokunmaya ve fotoğraf çekmeye izin verilmiyor ancak müzenin sitesinde fotoğraflar görülebiliyor. Her katın her odasında başka bir ailenin yaşadığı binadaki mobilyalar ve günlük kullanım eşyaları ise, o binada yaşayan ilk göçmenlerin çocuklarıyla yapılan sözlü tarih çalışmaları ve fotoğraflar ışığında aslına uygun olarak yerleştirilmiş. Odalarında gezindiğim İtalyan ailenin kızının orada geçirdiği çocukluk günlerini anlatan coşkulu sesi kulağımda kaldı.

Katolik İtalyan, Aşkenazi Yahudi ve o günlerde Avrupalı göçmenlere göre sayıca daha az olan Güney Amerikalı ailelerin birbirleriyle iç içe ‘barınma, ticaret, ibadet, eğitim, eğlenme’ ekseninde sosyal yaşamlarını nasıl inşa ettiklerini, toplum içinde nasıl topluluk olduklarını dinliyoruz rehberimizden

Tenement Müzesi 

Konut anlamına gelen ‘tenement’ kelimesinin göçmenlerin yaşam alanlarındaki yoksulluğu çağrıştırdığından, sonraları yapılan daha iyi durumdaki yapılara ‘apartment’ adı verildiğini öğreniyoruz.

Mahallenin bugünkü sakinlerinin kimler olduğunu anlaşamaya çalışıyorum dükkanların tabelalarından; göç devam ediyor şüphesiz, göçmen olmanın o günkünden farklı anlamlar taşıdığı da açık.

24 Ekim Perşembe

Uçuş sersemliği gerçekmiş; hala Türkiye saatine göre uyanıyorum.

Şehir severim; New York’ta ev bulmaya çok çalıştım ama kalacağım süre ev sahipleri için kısaydı. Şimdi buna çok seviniyorum. New Jersey’de güneş doğarken kendimi nane kokulu ikinci uykuma bırakıyorum. Bahçeyi gören penceremin önündeki yeşilliklerin gölgesi duvara vuruyor. Buradaki sessizlik beni dinlendiriyor. Arka bahçedeki ağaca baktıkça kendi köklerime bakma dürtüsü duyuyorum.

Maalesef Linda babasını kaybetmiş..

25 Ekim Cuma

Bugünü eski gümrük binasındaki Ulusal Amerikan Yerlileri Müzesi’ne ayırdım. Aynı isimde, daha geniş koleksiyona sahip bir diğer müze de Washington DC’de. Smithsonian Enstitüsü’nün ülke genelindeki onlarca tarih, kültür, hafıza müzelerinden.

Müze girişindeki atölyelerde çocuklar ve yetişkinler için, müzede sergilenen eserlerin her türüne ait birer kopya dokunulabilir, kullanılabilir biçimde ziyaretçinin deneyimine sunuluyor.

Müzenin kalıcı koleksiyonu 1200’lerden kalma tören altarlarından 1500’ler ile 1800’ler arasında kullanılmış eşya, araç, alet, giysilere kadar çeşitlilik gösteriyor. Günlük kullanım nesnelerinin ve arkeolojik buluntuların 1900’lerin başında dağınık koleksiyonerlerden kurum koleksiyonlarına aktarıldığı anlaşılıyor. Amerikan yerlilerinin günümüzdeki çağdaş sanat üretimleri de küçük bir koleksiyon halinde sergileniyor.

Ulusal Amerikan Yerlileri Müzesi, kalıcı koleksiyon 

Müzenin enformatik sergisinde Güney Avrupalıların ilk olarak Orta Amerika ve ardından Güney Amerika’yla tanışmasını; bunu takip eden yüzyılda Afrikalılar’ın Yeni Dünyaya getirilişlerini; sonraları Orta Avrupalılar’ın Kuzey Amerika’ya yerleşmelerini; bugünkü bölge adlarının yerli kökenlerini; Şükran Günü’nün Amerika toplumu içindeki yerli topluluklar için farklı anlamlarını kronolojik ve tematik olarak detaylıca okuyabiliyoruz. Latin/Hispanik, Afro-Karayip ve Kuzey Amerika yerlilerinin iç savaşta ve Dünya Savaşlarındaki hizmetleri ve vatanseverlikleri de anlatılıyor.

Müzeden çıkışta ofise doğru yürürken ziyaretçi deneyimi üzerine düşündüm; müze ve sergi tasarımı eseri iyi görmeye ve anlamaya imkân tanıyor ancak bilgi kürasyonunda Amerikan Yerlilerinin varlık mücadelelerine ve bugünkü yaşamlarına ilişkin kendi bakış açılarıyla anlattıkları hikâyelerin yokluğunu fark ediyorum.

26 Ekim Cumartesi

Sosyal medyada takip ettiğim medya sanatçısı ve yönetmen Refik Anadol’un “New York’un kalıcı dijital sanat mekânı” olarak lanse edilen Artechouse’ta ‘Makine Halüsinasyonu’ isimli bir işi olduğunu öğreniyorum ve görmeye gidiyorum. Kapıda kuyruk; randevuyla ve sayıyla giriliyormuş! Şanslıyım, iki saat sonraki son tura yer bulabiliyorum. Oyalanmak için gittiğim Chelsea Market’ten galeriye sırt çantamda rengarenk meyvelerle döndüm (ve amlabalaj tasarımını beğendiğim ürünlerle, gözüme güzel gelen sebze meyvelerle sergi gezmeye böylece başlamış oldum).

Makine Halüsinasyonu, Refik Anadol, Artechouse

Son yıllarda Refik Anadol’un İstanbul’da birçok işini gördüm; yapay zekanın hakkını veren, kabiliyet alanını yeniden tanımlayan disiplinlerarası işlerdi. Buradaki mekâna özgü yerleştirme ise mimarinin medya sanatına kanvas olduğu işlerinden gördüğüm en büyüğü ve çok boyutlusuydu. Verileri görselleştiren yazılımla birlikte mekân deneyimi de tasarlanmıştı. Bu deneyimde Kerim Karaoğlu’nun ses tasarımının tamamlayıcı olduğunu da belirtmek gerek.

27 Ekim Pazar

beraberce Değişim Programı’nın Washington’daki gönüllüsü Ruken’le buluştuk. Birleşik Devletler Holokost Anıt Müzesi’nin mimari tasarımının müzeye konu Holokost kurbanlarının hikayesinin ziyaretçiye aktarımına nasıl hizmet ettiğinden bahsetti; burayı görmeliyim. Birlikte Times Meydanı civarında vakit geçirdik; görsel, işitsel ve fiziksel olarak çok yorucu bir yer! Eve pestilim çıkmış vaziyette döndüm.

Ev sahipleri ben gelmeden iki ay önce taşınmışlar bu eve; arkadaşlarını ilk kez yemeğe almışlardı. Misafirlerden dün gece Hinduların ışık bayramı Diwali kutlamaları olduğunu öğrendim. Bu ritüele denk gelebilmeyi isterdim.

28 Ekim Pazartesi

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Koalisyon’la iletişime geçen potansiyel üyelerle ilgili araştırmamı tamamlıyorum. Bazı kuruluşların bulunduğu bölgelerin tarihine ulaşmak zor, bazılarının hafızası daha taze. Hikâye avcılığı, en sevdiğim işlerden.

29 Ekim Salı

Her yıl sosyal medyada şu veya bu şekilde rastladığım Türk Günü Yürüyüşü’nün Cumhuriyet Bayramı’nda yapıldığını sanıyordum, bahardaymış. Arşivim için fotoğraflamak hoşuma giderdi.

Ekibimizden Ally, 2020’nin ikinci yarısında New York’taki Birleşmiş Milletler Merkezi’nde açılması planlanan bir sergi için ön bilgi aktardı.

30 Ekim Çarşamba

New York’ta -kaybolmanın olağanlığından habersiz- göreceğim Koalisyon üyesi ve diğer müzelerle galerilerin haritasını, ziyaret saatlerini çıkardım.

31 Ekim Perşembe

Güney Amerika’da ve Asya’daki pilot topluluklarla yapılan ‘hakikat, adalet ve uzlaşma’ çalışmalarının ‘iyileşme’ odaklı çıktılarının paylaşılacağı gezici bir sergi projesine başlıyoruz. Bu çalışmaların uygulama kitlerini ve görsellerini inceliyorum. 2019’da gerçekleştirilen Asyalı üyeler buluşmasının notlarına baktım. Sergi daha çok bu toplantının katılımcılarının ufkunu açmaya yönelik.

Bu gece Halloween: evlerin önünde, mağazaların içinde dekorlar, caddelerde, istasyonda, her yerde kostümlü insanlar var.

1 Kasım Cuma

Gezici sergi iş planını çıkardım. Haftaya bununla ilgili bir toplantımız olacak.

Ofis çıkışı epey kuyrukta bekleyerek Neue Galerie’deki Klimt’in tablolarını görebildim, diğer Avusturyalı ve Alman sanatçıların resim ağırlıklı işleriyle birlikte. Fotoğraf çekmek yasak!

Rubin Sanat Müzesi’ndeki ‘Himalaya Sanatına Açılan Kapı’ sergi, Himalaya Dağlarını merkeze alarak periferideki ülkelerde Budizm’in sanata yansımasını konu ediyor ki, çok etkileyici.

2 Kasım Cumartesi

Ulusal Amerikan Yerlileri Müzesi’nde bugün Ölüler Günü Festivali (The Day of Dead) kutlanıyor. Pagan inanışına göre doğanın döngüsünden farklı olmayan yaşam döngüsünün bir parçası olarak ölüm; sonbaharda doğanın ölümü, kışa rağmen tohumlanma, baharda filizlenerek yaşamın başlaması ve yaz hasatının bir parçası olarak yaşamın yeniden başlamasına neden olduğu için kutlanıyor. Kültürlerindeki ölülerinin ruhuna saygı ve öte dünyada korunmalarını dilemek motifi ile birlikte ölümün korkulacak bir son olmadığı anlayışını ritüelleri aracılığıyla geniş topluma anlatmak kadar kimliklerini yaşamak adına da önemsedikleri bir etkinlik.

Ölüler Günü kutlaması, Ulusal Amerikan Yerlileri Müzesi 

11 Eylül 2001’deki saldırının ardından yıkılan İkiz Kulelerin taban izinde mimar Michale Arad ve peysaj mimarı Peter Walker tarafından toprağın içine akan ters şelaleler şeklinde iki 9/11 Anıtı tasarlanmış. Çeperinde hayatını kaybedenlerin isimlerinin ardında, çevresinde akan yaşamın yansıması durmadan akan suya vuruyor; ‘küller küllere, tozlar tozlara, canlar sulara, sular toprağa’ der gibi. Müzesine giremedim; halen içinden geçtiğim kişisel yas sürecimden dolayı ayan beyan kedere yaklaşamıyorum, ağır geliyor.

9/11 Anıtı Kuzey Havuzu 

Benim için günde fazladan müze-sergi gezebilmek anlamına gelen ‘uzun günler’ aynı zamanda ‘istediğin kadar öde günü’ olduğundan haftanın en az üç günü bu kuyruklardayım artık. Bugün giriş kuyruğunda beklediğim müze, Frank Lloyd Wright’un bir zigguratı andıran ikonik tasarımı Guggenheim Müzesi.

Akademi’ye hazırlandığım 15-17 yaşımdan aklımda kalan klasikleri çıplak gözle görmek güzel. Binanın büyüklüğüne ve içerideki kalabalığa karşın ziyaretçilerle çarpışmadan, eserleri iyi bir perspektiften incelemeye olanak sağlayan mekân tasarımı deneyimi, çok güzel.

Guggenheim Müzesi 
“Zenci Polis İronisi”, Jean-Michel Basquiat, Guggenheim Müzesi 

Müzenin kalıcı koleksiyonundaki eser ve dönem türündeki çeşitlilik, süreli sergi alanındaki sanatçıların seçimindeki kapsayıcılık olarak kendini gösteriyor. Müzenin en üst katından alt katlara doğru inen kuyruk, Haiti-Porto Riko kökenli Jean-Michel Basquiat’ın “Basquiat’in Tahrifi: Anlatılmamış Hikâye” (Basquiat’s Defacement: The Untold Story) adlı, kendisi gibi kısa bir yaşamı olan Brooklynli, siyahi sanatçı Michael Stewart’a adanmış sergisi için.

First Avenue metro istasyonunda grafiti yaptığı için tutuklanıp ırkçı polis şiddeti nedeniyle onüç gün komada kaldıktan sonra 1983’te yirmibeş yaşında hayatını kaybeden sanatçı Michael Stewart’ın ölümüne adanmış sergi karma olmamasına rağmen sergide Basquiat’ın dışında, çağdaşlarının da aynı içerikte işleri yer alıyor.

3 Kasım Pazar 

Burada müze binaları daha büyük, mesafeler daha uzak, metro ile ulaşım İstanbul’dakinin aksine yolda geçen süreyi kısaltmıyor. Yorgunluğa değiyor şüphesiz. Bugün evde sonbaharın tadını çıkardım.

4 Kasım Pazartesi

New York’taki Birleşmiş Milletler Merkezi Sergi Komitesi yılın başında, binanın lobisindeki açık sergi alanında, toplantı salonunun sergi alanına bakan duvarlarında ve arka koridorunda sergi yapmak isteyenlere açık çağrıda bulunuyor. Herkese açık olan başvurunun en önemli kriteri; “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” gibi Birleşmiş Milletler’in çalışma konularının kapsamına giren temalarda üretilmiş işlerin sergilenmesi. Bu sergiler bir ay süreyle -önce ziyaretçi ofisinden geçici kimlik kartı çıkarmak suretiyle- ücretsiz görülebiliyor.

Uluslararası Vicdan Mekânları Koalisyonu, çeşitli ülkelerde farklı topluluklarla yürüttükleri kâr amacı gütmeyen çalışmalardan ‘iyileştirme’ pratiklerini anlatan bir sergi konseptini projelendirerek destekçilerine sunmayı, üretim ve uygulama için fon sağlamayı amaçlıyor. Birleşmiş Milletler Sergi Komitesi’nin onayladığı bir sergi, onaylandıktan 6 ay sonra uygulanmak üzere takvime alındığından, Türkiye şartlarında tasarım ve üretim için iyi bir süremiz olduğunu söyleyebiliriz.

Bugün alanı keşfe gidip karış ve adımlarımla ölçü aldım. Açık alanda BM üyesi ülkelerin hediyesi heykel ve enstalasyonları gördükten sonra içeride ilk olarak Mandela ile karşıladık; yıllar önce Atina Ulusal Arkeoloji Müzesi’nde fotoğrafladığım Klasik Dönem Bronz Poseidon’un bir replikası ile de selamlaştık.

5 Kasım Salı

Global ekip toplantısında Latin Amerika (Üyeler) Buluşmasının iyi geçtiğini, seneye konferansın Ocak 2020’de Kolombiya’da yapılacağını, dünyanın en büyük Tibet müzesinin Hindistan’da olduğunu, Eylül 2020’de burada Dailai Lama’nın da katılması beklenen bir etkinliğin kararlaştırıldığını öğrendim. Sarah Murphy de yılsonuna doğru kişi ve kurumların sivil toplum kuruluşlarına bağış yapacağı gün için Koalisyon’un sloganını sosyal medya hesaplarımızda duyurmamızın faydası olabileceğini hatırlattı.

Toplantı sonrası Ally ile Koalisyon’un hizmet konularını inceledik: Yorumlayıcı Planlama, Dialog Yorumlama Eğitimleri, Kaynaştırma Eğitimi ve Planlaması, Stratejik Planlama, Sergi Danışmanlığı, Topluluk Temelli Hafızalaştırma. Belirli bir konunun, dönemin hafızasını odağına alan sergilerin kürasyonu ve tasarımı için kurumlara danışmanlık hizmeti verilen projelerden birinin Philedelphia’daki Doğu Eyaleti Hapishanesi’ndeki süreli serginin olduğunu ve halen devam ettiğini öğrendim; programıma aldım.

Birleşmiş Milletler Merkezi Sergi Komitesi’nin başvuru dosyasını çalışmaya başladım.

Olağan Merkür retrosu zayiatım bu yıl da değişmedi. Yahudi Mirası Müze binasının fotoğrafını çekmek isterken telefonumu düşürdüm, ekranı tuz-buz oldu! Müze programıma telefonsuz devam etmem ihtimal dışı. Bir alışveriş merkezinin holünde göçmenlerin işlettiği tamirat stantlarından birinde sorunum çözüldü.

6 Kasım Çarşamba

Battery Park’tan kalkan 8:30 feribotuna “Özgürlük Heykeli ve Ellis Adası” Müze Hizmetleri Şubesi Yöneticisi Diana ile birlikte bindik; Linda geleceğimi haber vermişti. Bizi adada “Sergileme Tasarımcısı” Brent karşıladı.

1812’deki Dünya Savaşı’ndan hemen önce ABD Savaş Departmanı tarafından inşa edilmeye başlanan Ellis Adası Kalesi (Fort Gibson) 1854’ten itibaren askeri mühimmat ve yakıt deposu olarak kullanılmış. 1892’de açılan adanın ilk göç kompleksinin ahşap yapısı 1897’deki yangında tamamen yok olmuş, 1900’de açılan yeni yapı ise yangına dayanıklı olarak inşa edilmiş.

Girişten itibaren geniş ölçekli bir ‘mekân, enformasyon, nesne’ sergilemesi görülen tarihi binanın 1892’den 1954’e kadar Göç İstasyonu olarak kullanıldığı dönemine ait 65 milyon kayıt, bugün müzenin ‘Aile Tarihi Merkezi’ adlı birimde kamunun kullanımına sunuluyor. Ulusal Göç İstasyonu olarak hizmet verdiği yıllara ait belgelerle birlikte 1980’lerde müzeye dönüştürülmesi amacıyla geçirdiği restorasyon süreci de fotoğraf ve o zamana ait ofis gereçleriyle birlikte sergileniyor.

Ulusal göç mirasını muhafaza etmeyi amaçlayan müzede, tarihteki küresel göçlerden başlayarak, 16. yüzyıldan 19. yüzyıl sonuna kadar -müze metinlerindeki tabirle- işgal ve kolonileştirme yoluyla Amerika Kıtası’na insan yerleştirilmesi enformatik sergilerde kronoloijk olarak okunabiliyor.

19.yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında dünya genelindeki kitlesel göçler, Kıta Avrupası’na göre kimisi daha büyük, kimisi daha tenha olan Avustralya, Yeni Zelanda, Arjantin, Brezilya, Amerika ve Kanada’ya yapılmış. Göçmenlerin evlerini, geçmişlerini bırakarak yeni bir hayat kurmak için en çok Amerika’yı tercih ettikleri, 1880-1924 arası buraya 26 milyon göçmen geldiği anlatılıyor.

Savaşlarda iş gücü kaybı veren Amerika Birleşik Devletleri’nin kendi ülkelerinde yoksulluk, etnik ayrımcılık, savaş gibi sorunlarla mücadele eden Avrupalılar için hazırladığı reklam ve illüstrasyonlar; göçmenlerin demografik bilgileri, erkeklerin, kadınların ve çocukların hangi işlerle uğraştıkları da detaylıca aktarılıyor.

19.yüzyıl sonundan 20. yüzyıl ortalarına kadar bir ‘göç istasyonu’ olarak Ellis Adası deneyimleri ile 20. yüzyıl ortalarından günümüze yeni göç çağı ise, Göçmen Muayene İstasyonu’nda kalan buluntu nesneler, bağışlanan aile yadigarı kişisel nesneler, fotoğraflar, mektuplar ve belgelerle birlikte nesne odaklı tematik sergi alanında izlenebiliyor.

Nesne odaklı tematik ve etnografik sergi alanının yakın dönemde yenilendiğini, vitrin tasarımlarının Brent tarafından yapıldığını öğreniyorum.

Vitrinlerin içinde memleketten izleri aradım; buldum.

Hasan Kâmil Topçuoğlu’nun Annesinin Gümüş Kemeri, Ellis Adası Ulusal Göç Müzesi Göçmen Muayene İstasyonu Tematik Sergi 
Semerciyan Ailesi Vitrini, Ellis Adası Ulusal Göç Müzesi Göçmen Muayene İstasyonu Tematik Sergi 

Sergi metnine göre, adaya 1909’da gelen -Karadenizli olduğunu tahmin ettiğim- Hasan Kâmil Topçuoğlu’nun bağışladığı gümüş kemeri gemiye binerken “beni hatırla oğlum” diyerek annesi vermiş.

Tarihler son Osmanlı dönemini işaret etse de sergi metinlerinde ‘Osmanlı’ kelimesi geçmiyor; ‘Türkiye’ deniyor. 1915’te hayatlarının değiştiği (!) ifade edilen Konyalı Kumaşçı Semerciyan Ailesi’nin bir süre zulümden kaçanlara evlerini açtığı, ardından önce İstanbul’daki akrabalarına sığındığı, 1921’de çekirdek aile ve bir iki yakın akrabalarıyla New York’a giden bir gemi ile Ellis Adası’na gelip muayeneyi geçerek Philadelphia’ya yerleştikleri, kimi akrabalarının da Avustralya, Fransa, Doğu Avrupa ve Güney Amerika’ya gittikleri anlatılıyor.

Müzenin süreli sergi alanındaki “Floransa’dan New York’a: Özgür Kızkardeşler” sergisinde tarihsel olarak anıtsal sembolizmin iki farklı kıtadaki yansıması aktarılıyordu.

Müze çıkışındaki son kalıcı sergi alanı ise istatistik bilgilerin sözlü tarih çalışmalarıyla harmanlanarak aktarıldığı “Yurttaşlık Galerisi”ne ayrılmış.

Ellis Adası’ndan bir feribotla Özgürlük Anıtı’nın ve müzelerinin bulunduğu diğer adaya geçiyoruz. Anıtın giriş katında yer alan eski müze ile aynı temaya odaklanan yeni müzede, Dünya Sergisi’nden (World Expo) ilhamla anıtsallık kavramı, heykelin tasarımının dayandığı köken, üretimi, yerinde uygulaması, bir ulusal sembol olarak görsel kültürde geçirdiği değişimler ziyaretçilerle etkileşimi odağına alarak yenilikçi bir yaklaşımla anlatılıyor.

7 Kasım Perşembe

Sylvia ve Gege için gün biterken New Jersey’de sabah sekizdi; gezici sergi konulu toplantımıza evden katıldım. Johannesburg’da yaşayan Gege’nin Latin Amerika’da, Barselona’da yaşayan Sylvia’nın Asya ve Avrupa’da, New York’ta yaşayan Linda’nın Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yerel ağ ve iş birliklerini geliştirmek, bu bölgelerdeki üyelerin ihtiyaçlarına cevap vermek gibi görevleri olduğunu konuşurken aklımdan “İstanbul’dan Aslıhan” diye geçti tabii. ‘Üretmek’ için seçtikleri alan ve çalışma yaklaşımları beni başından beri cezbediyor. Ayrıca Nisan 2020’de İstanbul’da düzenlenmesi planlanan Ortadoğu (Üyeler) Buluşması için de heyecanlıyım.

Gezici serginin odağında neler olabileceğiyle ilgili yaptığımız beyin fırtınasında, ‘büyük hikâyeler’ diye adlandırdıkları resmi tarih yazımında yer almayan bireysel anlatılardan, kolonileştirme ve kolonilerden çekilme dönemlerinin topluluklara etkilerinden, kadınlardan bahsettik. Sylvia ve Braden ile devam ettiğimiz toplantının ikinci bölümünde konu, üyeler ve komüniteleriyle yürütülen çalışmalarda kullanılan metodojilerle ilgiliydi ve benim için epey faydalı oldu.

Toplantılardan sonra kendimi New York’a attım. İlk durağım New York Eyalet Üniversitesi Moda Teknoloji Enstitüsü Fred P. Pomerantz Sanat ve Tasarım Merkezi’nin girişindeki “Çapraz Tozlaşma” adını taşıyan öğrenci sergisi; bana Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin giriş salonundaki öğrenci sergilerini hatırlattı.

İçerideki salonda bir de geçenlerde hayatını kaybeden moda tasarımcısı Michael Katz’a adanmış küçük bir sergi vardı; sanatından taviz vermeden ticaretini yapabilmesini takdir ettim. Sipariş almadığımız alanlarda tasarımlarımızı işe dönüştürmek konusunda sıkça konuşur tartışırız okul arkadaşlarımla.

Okulun diğer binasındaki “Minimalizm & Maksimalizm” sergisinde Hüseyin Çağlayan’ın yıllar önce İstanbul Modern’de sergilenen -hikâyesini bugün bile hatırladığım- “Uçak Postası Elbisesi”ne rastladım.

Bir alt katındaki “Modanın Başkenti: Paris” sergisinde ise dönem giysileri yanında rahmetli amcamın yıllarca modelistliğini yaptığı kült markaların koleksiyonlarından seçme parçalar..

Biraz yürüme, bir de aktarma ile görmek için sabırsızlandığım Noguchi Müzesi’ndeyim.  Bahçede, içeride, iç avluda sergilenen her tasarımda bir dinginlik hissediliyor. Biçimin, hacmin, malzemenin olanaklarıyla nasıl da oynamış, tasarlarken ne düşünüyordu acaba? Buradan çıkmak istemedim hiç.

Noguchi Müzesi 

Columbia Üniversitesi’ne doğru yola koyuluyorum. Üniversite galerisinden önce önüme çıkan binanın girişindeki çevrimiçi konferansın konusunu merak edip girdim. Washington DC’ye gidiş sebeplerimden biri olan ‘Ulusal Afrikalı Amerikan Tarihi ve Kültürü Müzesi’ ile halen yapımı süren -ve bu yüzden göremeyeceğim- ‘Harlem Studio Müzesi’ baş tasarımcısı, ödüllü mimar Ganalı-İngiliz Sir David Frank Adjaye OBE RA ile HSM’nin direktörü ve küratörü Thelma Golden ve Columbia Üniversitesi Mimarlık, Planlama ve Koruma Fakültesi Dekanı Amale Andraos “sanat, mimari ve tasarımla nasıl daha etik fikirli şehirlerin desteklenebileceğini” konuşuyorlardı. Başını kaçırdığım bu karşılaşmadan çok hoşnut kaldım.

Columbia Üniversitesi Wallach Galeri’de, doktora araştırmalarında ulusal Cezayir sineması özelinde Kuzey Afrika ve Orta Doğu çağdaş sanatını ve sinemasını konu edinen Fransız kökenli Natasha Marie Llorens’in küratörü olduğu “Ömer Gatlato’yu Beklerken: Cezayir ve Diasporasından Çağdaş Sanat” isimli karma sergi, Cezayir’in Fransız sömürgeliğinden bağımsızlaşmasından son dönemde yaşadığı değişim dinamiklerine, farklı yaş ve bölgelerden sanatçıların perspektifinden gözler önüne seriyor.

Serginin büyük oranda Andy Warhol Vakfı Görsel Sanatlar Fonundan yararlandığını, ayrıca Amerika’daki Fransız Büyükelçiliği Kültür Hizmetleri, Fransa Kültür Bakanlığı, Ford Vakfı, Helen Frankenthaler Vakfı, Channel USA, ADAGP, CPGA desteği aldığını okuyorum. Kamu ve özel sektör girişimli destek ve kaynaklar Türkiye’deki güncel sanat ortamı için de olağan elbette. Beni bir süredir bu ilişkilere yeniden bakmaya ve kendimce haritalandırmaya yönelten şey, güncel tasarım konusunda nasıl üretim odaklı bir kurumsallaşma, insiyatifleşme, dayanışma ağı öreceğimiz ile kişiler ve kurumlararası etkileşim için ne önereceğimiz konusunda fikir geliştirebilmek adına model görmek.

8 Kasım Cuma         

Sabah ilk otobüsle Philedelphia’ya indim; hava pırıl pırıl ve -6 derece! Otogarın hemen yanındaki kapalı pazarda rengarenk tezgahlarla göz banyosu yaparken ısındım. Bir Amiş ailesinin tezgahındaki kızlarıyla biraz sohbet edip ayrıldım.

Rodin Müzesi’nin önünde Yeşilçam filmlerinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde çekilen sahnelerden hatırladığım -Türkçe’de Düşünen Adam diye bilinen- heykelinin bir replikası duruyor, orijinali içeride. Sanat tarihçi rehberimiz “müze binası ve koleksiyonu Jules E. Mastbaum’un hemşehrilerine armağanıdır” yazan duvarın önünden tura başlıyor ve müzenin kuruluşundan başlayarak tüm eserleri adanmışlıkla anlatıyor. Rodin’e adanmış müzede bir Julio Gonzales, bir Henri Matisse, bir Alberto Giacometti heykeli dışında Camille Claudel’e ait yalnız iki büst bulunuyor.

Rodin Müzesi’nden yürüyerek Doğu Eyaleti Hapishanesi’ne gittim, hava biraz yumuşamış.

Doğu Eyaleti Hapishanesi 

1800’lerdeki çok katı uygulamalarıyla anılan hapishanenin müzeye çevrilen binasının sergi nesnesi olarak görülebilmesi adına başarılı bir örnek; sözlü tarih çalışmaları duvarlarda ideal aralıklarla konumlanmış görsel panolarla eşleştirilmiş -ne fazla pano, ne fazla ses-. Mahkumların hapishanedeki yaşam alanları ile sosyalleşme alanlarının büyük bir kısmına girebiliyoruz, ibadethaneler ise mobilyalarıyla birlikte restore edilebilmiş. Hapishanede kalmış Al Capone gibi ‘ünlü’ mahkumlar, ‘kaçış’ teşebbüsleri gibi ilgi çeken hikâyeler de hapishane ortamına uygun sadelikte anlatılıyor. Zaman zaman bazı koğuşların içerisinde enstalasyon gibi güncel ve eleştirel sanat çalışmaları da süreli olarak sergileniyor.

Buraya asıl geliş sebebim, Koalisyon’un bizzat sergi kürasyonu, tasarımı ve uygulaması için hizmet verdiği süreli sergi “Bugün Hapishaneler”ini görmek.

Sergi, Amerika hapishanelerindeki mahkum istatistikleri üzerinde iki önemli soru soruyor: “Neden Amerika’da bu kadar çok kişi hapishanede?” ve “Hapishaneler neden var?

9 Kasım Cumartesi       

Ev sahiplerimden Thomas Edison Merkezi’nin evimizden bir istasyon sonra olduğunu öğrendim. Edison’un evi ve atölyesi bir yangınla tamamen yok olmuş. Arazideki küçük bir yapıda hayatı, buluşları ve patentleri sergileniyor. Ölümünden sonra New Jersey’li hemşehrileri tarafından anısına bir anıt kule dikilmiş.

Cooper Hewitt Tasarım Müzesi’nde ilk önce yıllık liseler arası tasarım fikri yarışmasının kazananlarını görüyorum. Bir düşünce eylemi olarak tasarım kavramının ilk öğretimden başlayarak pratik edilmeye başlanmasının temel amacı ‘gelişen endüstri olanaklarının zamanın getirdiklerine hizmet eder halde kullanılması ve tasarımın artık doğanın kanunlarına karşı gelmemesi’ şeklinde tanımlanıyor yarışmanın sunumunda.

Cooper Hewitt Tasarım Müzesi ve Cube Tasarım Müzesi (Hollanda) iş birliği ile organize edilen Doğa-Tasarım Trienali insan-doğa etkileşiminde ‘tasarımcılarla doğa arasında anlamlı bir iş birliği’ arayan fikirler ortaya koymayı amaçlıyor. Tasarım süreçlerine bilim insanları, mühendisler, sanatçılar ve filozofların dahil olduğu, toplumsal ve çevresel adaleti gözeten deneysel prototipler, kullanım amacı yeniden sorgulanan tüketim nesneleri, sistem tasarımları ‘anlamak, iyileştirmek, benzetimlemek, kurtarmak, beslemek, arttırmak, kolaylaştırmak’ stratejilerini araştırıyor.

Yapay zeka kullanımını ‘yüz değerleri’ başlığı üzerinden araştıran-keşfeden işlerin toplandığı ‘Süreç Laboratuvarı’ içinde yüz ifadesinin insanların ruhsal durumlarına, tutum ve eğilimlerine dair veri toplanmasını ve değerlendirilmesini aktarıyor.

Sanat ve Tasarım Müzesi’ndeki ‘Anna Sui’nin Dünyası’ isimli retrospektif sergisinde moda tasarımcısı Anna Sui’nin kariyeri boyunca izleyicinin gözünde pekişen arketipleri inceliyor: Amerikan Kültürü, Androjenlik, Peri Masalı, Dağınıklık, Hippilik&Rock Yıldızı, Şıklık, Göçmenlik, Punk, Retro, Okul Kızı, Sörfçü, Viktoryen.

Müzedeki ‘Vera Bir Eşarp Boyar’ isimli sergide, kariyerine ‘desen sanatçısı’ olarak başlayan Vera Neuman’ı 20. yüzyılın önemli kadın tasarım girişimcisi olmaya dönüştüren kumaşlar ve sofra takımları yer alıyor.

10 Kasım Pazar         

Albert Einstein Evi, 24 saat açık”; yazıyordu Google’da! Trenle yarım saat sonra Princeton’dayım. Sonbahar yaşansın diye var burası sanki. Ulu ağaçlarını içime çeke çeke, yerdeki yaprakların renklerini saya saya, yaptığım en güzel yürüyüşlerden biri oldu.

Telefonun haritasına göre geldim; ama etrafta tabela göremiyorum, insan da. Bir de görsel arama yapayım dedim ki evin önünde olduğumu anladım. Kapıyı çaldım, cevap yok. Derken yan komşu evinden çıktı. Einstein’ın aslında Princeton’da hiç ders vermediğini, çalışmalarını ‘İleri Çalışmalar Enstitüsü’nde (Institute for Advanced Study) yürüttüğünü, burada Einstein’dan sonra Nobel ödüllü fizikçilerin yaşadığını ve hiç ziyarete açılmadığını öğrendim.

Albert Einstein Evi 
Princeton’da bir evin önündeki tabela 
Albert Einstein’ın Princeton’daki ilk Evi 
Landau & Mini Albert Einstein Müzesi 

1,5 km ötedeki enstitüdeki çalışma odasını görebilirim diye düşündüm.

Yolda bazı evlerin bahçe girişinde “Siyahların yaşamının değerli olduğuna, hiçbir insanın yasadışı olmadığına, sevginin sevgi olduğuna, kadın haklarının insan hakları olduğuna, bilimin gerçek, suyun hayat olduğuna inanıyoruz” yazılı tabelalar gördüm. Fotoğrafını çekerken ileride ne yaptığımı anlamaya çalışan üç kişiyle tanıştık. Bahçesinin girişinde sohbet ettiğimiz kişi “Amerikalılar hakkında ne düşündüğünüzü bilmiyorum ama çoğumuz Amerikan Başkanı gibi değiliz” dedi; Türkiye Başkanı’nın adını da biliyordu!

Yanındaki çift İleri Çalışmalar Enstitüsü’nün Pazar günü kapalı olduğunu, Einstein’ın ofisinin kendisinden sonra başka Nobel ödüllü fizikçilere tahsis edildiğini, gördüğüm evin Einstein’in Princeton’daki ikinci ve son evi olduğunu, ilk geldiklerinde yerleştikleri evde şu anda eşiyle birlikte yaşadıklarını anlattı. Evlerini ziyarete açmadıklarını ama eğer istersem evin girişindeki Einstein köşesini görebileceğimi söyleyince “tabii isterim” dedim.

Daha önce önünden geçip fotoğrafını çektiğim ev Einstein ve eşi geldiklerinde kütüphaneymiş, bina içeriden bir duvarla bölünüp bugün de kullanılan iki ev haline getirilmiş. İki ev de yenilenmiş elbette, caddeden başlayıp sokağa devam eden bahçe sınırı taş duvar o zamanlardan beri ayakta.

Evin mutfağına çıkan girişinde sağda duran aynalı bir konsolun iki yanında Einstein’ın tam da konsolun olduğu yerde arkadaşlarıyla toplandıklarında keman çaldığı bir fotoğraf, Einstein’la ilgili gazete haberi, orijinali Los Angeles’teki bir müzede sergilenen Einstein’in bir el çiziminin kopyası asılı; müze çizimi, fotoğrafının çekilmemesi şartıyla ev sahiplerine hediye etmiş.

Taşındıkları yıllarda yoğun kardan evin girişindeki ağacın kalın ve büyük bir dalı kopmuş. Ev sahibi, Einstein geldiğinde de burada olan bu ağaca ‘Dahi Ağaç’ adını vermiş, bu ağaç parçasından ürettiği kalemlere ise ‘Einstein Kalemleri’; internet üzerinden satış yapıyor.

Ev sahibinden şehir merkezinde bir mağazada Mini Einstein Müzesi olduğunu öğreniyorum!

1914 doğumlu Landau markası, Princeton Üniversitesi armalı giysiler ve hediyelik eşyalar ile burada yetişen koyunların yününden üretilen eşyalar gibi ürünler satıyor. Einstein’ı da Princeton’lu bir kültür hazinesi olarak görüyor ve adına bir müze kurulana kadar anısını kendi iş yapma biçiminde yaşatıyor.

Mini müzede Einstein temalı hediyelik eşyaların yanında bir tek feminist ikon Amerika Yüksek Mahkemesi Eski Yargıcı Ruth Bader Gingburg bebekleri sergilenmeye değer görülmüş; diğer hediyelikler mini müze sınırları dışında.

Her şeyin sergilenebilir ve satılabilir içerikler olarak kullanılması, bu kültüre özgü ve yaşamlarında karşılığı olan bir girişimcilik güdüsü barındırıyor.

Karşılaşmaların hasadı olan hikâyeler eşliğinde zenginleşen günümün son sürprizi Princeton Üniversitesi Sanat Müzesi’nde beni karşılayan Antakya Mozaikleri oldu. Ne bereketli bir gün.

Müzenin girişinde kütüphane koridorunda ve bekleme alanı merdivenlerinde gördüğüm mozaiklerin önce replika olduğunu sandım; görevli burada sergilenen her şeyin orijinal olduğunu söyleyince gelişigüzel konumlandırıldıklarına alındım doğrusu.

Asya, Afrika, Mezopotamya, Avrupa sanat tarihinden binlerce resim, heykel, eşya arasından geçerek ulaştığım son salonun Doğu Roma dönemine ait Antakya’dan mozaiklerle Suriye’den heykellerin komşuluğuna adandığını gördüm.

Bu kadar büyük ve eksiksiz mozaik döşemelerin ülkesinden nasıl ayrıldığını merak ettim: “Antakya Kazı Komitesi’nin Princeton Üniversitesi’ne hediyesi, 1965-2016” yazıyordu etiketinde.

İçki Yarışması Evi, 3.yy Erken Roma Dönemi, Princeton Üniversitesi Sanat Müzesi 

Trene binmeden Princeton Üniversitesi’nin farklı binalarındaki 10 kütüphanesinden birkaçını görebildim. Beğendiğim okul binaları hayaller kurdurur bana hep.

11 Kasım Pazartesi   

Bugün Gaziler günü, ofis tatil.

Babamın aniden hasta olduğunu fark etmemizle iş ve okul düzenimi değiştirmem gerekmişti. Yoğun ev ve hastane mesaimin arasında zihnimi dağıtmak için ara ara düzenlenen Playback Tiyatro atölyelerinde ardıl çeviri yaparken ve yıl içinde eğitim dokümanlarını çevirirken benim için çok yeni olan hikâyelerin metinsiz ifadesine dayanan bu doğaçlama tiyatro biçimiyle ilgilenmeye başladım. İlgimi çeken yanı biçiminden çok topluluk bilinci ve sosyal adalet için birlikte canlandırmak üzerine kurulu olmasıydı.

New York’a gelir gelmez Playback Tiyatro Merkezi’yle iletişime geçtim ve burada geçireceğim süre içinde katılabileceğim etkinlikleri öğrendim.

Akşam, bir kilisenin toplantı salonunda NYC Queer Playback grubunun ayda bir herkesin katılımına açtıkları oturumlarına katıldım. Tanışıp ısındıktan sonra grubun odaklandığı toplumsal cinsiyet konulu hikâyeleri dinleyip canlandırdık.

12 Kasım Salı                                                                                                     

Sabah Sylvia, Gege, Ally ve Ashley’nin Koalisyon’un kullandığı metodolojilerle ilgili toplantısına katıldım. Koalisyonun hazırladığı kitapçıklardaki anlatım kapsamlı ve anlaşılır: gerçeği anlatma çalışmaları, beden haritalamakayıpları hatırlamak için ailelerle atölye çalışmaları, anlatı sahneleri aracılığıyla hikâye anlatımıresimli roman çalışmaları, toplulukla sosyal haritalama, toplulukla kalıcı alanlarda sanat yoluyla hafızalaştırma, toplulukla geleneksel dikiş ve tekstiller yoluyla hafızalaştırma, (oyuncak) bebeklerin tanıklığı: bebek yapımı, diyalog ve şiddeti önleme kolaylaştırıcılığı eğitimi, sözlü tarih, nesiller arası diyalog, forum tiyatro, katılımcı yaklaşımlar, görüşme yapma/hikâye toplama/değerlendirme eğitimi, geçiş döneminde adaleti tesis etmek için bütünsel ve sürdürülebilir yaklaşımlar eğitimi. 2020 sergileri için epey malzeme içeriyor.

İçine girdikçe motivasyonum artıyor.

beraberce ve Koalisyon aracılığıyla burada ‘hafıza, tarih, sanat, tasarım, üniversite, kent, çocuk’ müzelerindeki sergileme tasarımları ve ziyaretçi deneyimi tasarımı konusunda araştırma yapmama, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü Lisansüstü programında Sınır Sosyolojisi dersine giremeden çok sevdiğim Neşe Özgen vesile oldu; gelmeden önce de burada da hep ses verdi, sordu, dinledi, sağ olsun. Yeni yaşın kutlu olsun, hocam canım.

Bugün ev sahibemin de doğum günü, hayatımdaki bütün akrep kadınlarına niyetle, renklerine bayıldığım meyvelerle bir pasta yaptım.

13 Kasım Çarşamba                                                                                               

Sabah ofise giderken Dünya Ticaret Merkezi İstasyonunda bir sergi hazırlığına denk geldim. Asya Kültür Merkezi ile New York ve New Jersey Liman İşletmeleri ortaklığında 40 genç sanatçının işlerinin sergileneceği “The Blanc Art Show” isimli üç günlük bir sergi açılacakmış. Sergi kurulumu için alana yığılmış malzemeler, kariyerimin iki yılında temsilciliğini yaptığım Molo markalı yırtılmaya-yanmaya dayanıklı modüler kâğıt separatörlerle çevrilmişti. Son derece şık olan -ve Türkiye için ithal olduğundan pek de ekonomik olmayan- bu ürünü o dönem bizler hep yüksek kaliteli görünümü önceleyen ticari ve kültürel alanlarda kullanmaya çalışıyorduk. İlk kez böyle bir işlevi de olabileceğini görmüş oldum. Ulaşılabilirlik işlev alternatiflerini çoğaltıyor velhasıl.

Katılımcı ve kapsayıcı tasarım yaklaşımlarına yaklaşacağımız gezici sergi sürecinde, New York’ta bulunduğum sürede tasarım aşamasına gelemeyeceğimizi öngördüğümüzden tasarım, üretim ve uygulama projesi için çalışmaya İstanbul’dan devam edeceğimi teyit etti Linda. Mutluyum!

14 Kasım Perşembe                                                                                                  

Günüm ofisin kütüphanesindeki kitaplarla geçti. Gördüğüm müzelerdeki ziyaretçi deneyimlerimi notlarıma geçirdim.

İş çıkışı Çin Mahallesi’nden geçerek müze turuma başladım. Bugün müzeleri çantamdaki balıklarla, marketlerdekilerin aksine paketlenmemiş ıspanak demetleriyle birlikte gezdik.

LGBTIQ komünitesinin kendini sanat yoluyla ifade etmesine alan açan Leslie-Lohman Sanat Müzesi’ni ararken kayboldum.

Karşılaşma I.

Leslie Lohman’a varmadan yolda The Drawing Center’ı gördüm; kendime defter, kalem hediye edeyim istedim. İçeri girdiğimde burasının el çizimi/el yapımı eserlerin sergilendiği bir yer olduğunu anladım. Meğer o gün “Kurşun Kalem bir Anahtar: Hapsedilmiş Sanatçılardan Çizimler” adlı serginin açılışı varmış. Auschwitz kamplarından, Pinochet’in gözaltılarından, günümüzdeki tutsaklıklardan kurtulanların el çizimleri arasında bir köşedeki yerleştirme ilgimi çekti, kalabalıktan yaklaşamadım, alt katı gezdikten sonra bir daha bakarım dedim.

Fistan, Nalin, Ayşe’nin Elbisesi, İncile; Zehra Doğan, Hapsedilmiş Sanatçılardan Çizimler Sergisi, The Drawing Center 

2015-2016 yıllarında Türkiye’nin güneydoğusunda yürütülen askeri operasyonlar sırasında gerçekleşen sokağa çıkma yasaklarının, kayıpların, zorunlu göçlerin haberini yaptığı ve o dönem çizdiği resimleri sosyal medyada paylaştığı için 2016’da gözaltına alındığını sonradan öğrendim. Haziran 2017’den Şubat 2019’a kadar kaldığı cezaevlerine resim malzemelerinin sokulmaması üzerine saçlarını, havalandırmada bulduğu kuş tüyünü fırça yapıp, adet kanıyla, yemek artıklarıyla bulduğu her malzemeyi boyayarak resimler yaptığını okumuştum. Operasyon bölgelerindeki yıkıntıların arasından topladığı, sakladığı malzemelerle ürettiği enstalasyonlarıyla Mayıs 2019’da Londra’da Tate Modern Çağdaş Sanat Müzesi’nde beş günlük bir sergisi açıldığında kendisiyle yapılan bir röportajda “ailem sergimi gelip göremiyor” diyordu, çok üzülmüştüm. Acaba İstanbul’da bir sergisi açılır mı diye de aklımdan geçmişti.

Açılış kalabalığı alt katı doldurmaya başladığında yeniden üst kata, merak ettiğim yerleştirmeye bakmaya gittim. Yaklaştıkça bir tanıdıklık bulduğum işlerin üzerindeki yazıların hangi dilde olduğunu anlamaya çalışırken işin künyesinde gördüm adını. Böylece karşılaşmış olduk Zehra Doğan’la.

15 Kasım Cuma                                                                                               

Bronx’a gitmek için merkezden uzun ve çok aktarmalı bir yolculuk yapmam gerekti. Posta Ofisi’nin önünde bir Afrika kökenli Amerikalı ile sanki bir İtalyan-Amerikalı aniden şiddetli bir tartışmaya tutuştular, filmlerdeki gibi bağırıyorlardı birbirlerine; yanıma yaklaşan bir ergen ‘gerçekten kavga etmiyorlar, ilgi çekmek için yapıyorlar’ dedi. Bekledikleri ilginin birimi neydi acaba? Gülüşüp ayrıldık.

Bronx Müzesi’ndeki iki sergiden biri, 70’lerin sonundan 80’lerin sonuna kadar Bronx sokaklarına, trenlerine yapılan -sonradan yasaklanan- grafitti çalışmalarını arşivleyen Henry Chalfant’ın fotoğraflarının izinde ‘şehir sanatı’nın -o dönem için- yeniden doğuşuna tanıklık ediyor. Fotoğraflara, bir tren istasyonu yerleştirmesi ile kendine özgü simgeleriyle hip-hop kültürü de eşlik ediyor.

Diğer sergi ise Bronx’lu, Vietnam Savaşı’ndan onur madalyasıyla dönmüş Afrikalı-Amerikalı Alvin Baltrop’un ölümünden sonra arşivine ulaşıldığında zenginliğinin ve değerinin anlaşıldığı ifade edilen fotoğraflarından oluşuyor. Ordu ekipmanlarından detaylar, yüzler, teşhirciliği aşan şiirsel bir ifade biçimi olarak kamusal alanda açık ya da kamufle edilmiş erotik eylemler; 70’lerin yeraltı kültürüne özgü ritüelistik bir temsil.

Kent Müzesi’ni anlamaya çalıştığımda ilk aklıma gelen ve fakat bir eksiklik var dedirten, şehrin tamamına ait bir temsiliyet; şehri dışarısındakilere temsil etmek üzere hazırlanan bir büyük organizasyon gibi. İstanbul Kent Müzesi tartışmaları inşaat aşamasına kadar evrildi, koleksiyonunu merak ediyorum; içinde biz de olacak mıyız örneğin?

Şehir hafızasının şehrin kültürünü oluşturan ögelerin özelinde ve bilhassa şehirlilerin gözünden yorumlandığında ortaya çıkan samimiyeti ve aidiyeti gördüm Bronx Müzesi’nde. Hayal kurdum; ‘Fikirtepe Kent Müzesi’, ‘Sulukule Tarihi ve Kültürü Müzesi’, neden olmasın?

Seçtiği sanatçılar ve işlerin içeriği bakımından kendi komünitesi üzerinden ulusal olana odaklanırken küresel olanı da işaret eden Bronx Müzesi’nden sonra gördüğüm ikinci kent müzesi Brooklyn Sanat Müzesi’nde her devrin ve herkesin meseleleri uluslararası ölçekte işlerle seyre sunuluyordu.

Geçtiğimiz yıllarda Amerikan Başkanı’nın güncellediği göçmen politikalarının bir ürünü olan Meksika sınırındaki duvarın üzerine adı Kikito olan 1 yaşındaki Meksikalı oğlan çocuğunun dev bir görselini yerleştirmiş, Tunus asıllı genç Fransız sanatçı JR. Yerleştirmenin son günü, Meksika ve Amerika sınırında dikilen duvarın iki yanında paylaşılan piknik sofrasında toplanmışlar, Kikito’nun ailesi, göçmenler ve müzisyenler.

Dev Kikito Enstalasyonu, JR, Kronikler Sergisi, Brooklyn Sanat Müzesi
Göçmenler, Mayra, Sınırın Ötesinde Piknik, JR, Meksika-ABD sınırı, JR, Kronikler Sergisi, Brooklyn Sanat Müzesi 

1969 Stonewall Başkaldırısı’nın 50. yılında, o tarihten sonra doğan 28 LGBTIQ+ sanatçının katıldığı “Kimse Sana Yarını Vadetmedi” sergisi, New York Greenwich Village’deki Stone Inn adlı gay bara düzenlenen polis baskının fitilini ateşlediği 6 günlük isyana, isyanın ardından elde edilen kazanımlara: ABD genelinde ilk LGBTIQ+ örgütlenmesine, bir yıl sonra yapılan dünyanın ilk Onur Yürüyüşü’ne selam yolluyor. Sergi, beyaz üstünlüğün yönettiği ana akım hikâyede yer verilmeyenleri; devlet şiddetine maruz kalanları, cinsel yöneliminden ötürü baskı görenleri, kentte artan soylulaştırmanın mağdurlarını onurlandırıyor.

Judy Chicago’nun “O’nun Tarihi -ya da sadece tarih- Galerisi” konsepti içindeki 70’ler Amerikan feminist sanatının ikonu kabul edilen “Akşam Yemeği Partisi” enstalasyonu, 39 onur konuğuna ait temsili yemek tabağı ve masa düzeni ile tarihi ve mitolojik 1.038 kadın karakter özelinde tarihten silinmiş ya da bastırılmış tüm kadınların varlığını kutlamaya adanmış. Judy Chicago’nun 5 yılda ürettiği enstalasyon, kadınların Batı Sanatına katkılarını ilk defa araştıran sanat işi olması bakımından 20. yüzyıl sanatının anıtsal yapıtı olarak da tarifleniyor.

Akşam Yemeği Partisi, Judy Chicago, O’nun Galerisi Sergisi, Brooklyn Sanat Müzesi 

Pierre Cardin’in 50’ler ve 80’ler arasındaki kıyafet tasarımlarının, moda alanındaki buluşlarının, mobilya ve endüstriyel ürün tasarımlarının yer aldığı “Geleceğin Modası” sergisi, tasarımcının New York’taki ilk retrospektif sergisi olması dışında bir dönemin gelecekteki yaşam hakkındaki radikal fikirlerini gözler önüne seren bir şölen.

Modern Sanatlar Müzesi’nin (MOMA) eş zamanlı onlarca süreli sergisinin yanında, kendi dönemlerinin çağdaş sanatçılarının artık klasik kabul edilen eserlerinin yer aldığı zengin bir koleksiyonunu son derece iyi işlevlendirilmiş galerilerinde yüzlerce kişiyle birlikte geziyoruz. Picasso, Dali, Miro, Matisse, Van Gogh, Kahlo’nun önünden kalabalık eksik olmuyor.

Bazı Yaşayan Amerikalı Kadın Sanatçılar, Mary Beth Edelson, MoMA 

16 Kasım Cumartesi

Doktora derslerim yeni bitmişti, ben de bitmiştim; elimde 2017’nin sonunda başladığım 3 tematik müzenin kalıcı sergileme tasarımı işi vardı ki tüm enerjimi ayırmak istediğim yegâne alandı.

O sıralar, yaratıcı drama ağımdan bir arkadaşım abisine yıllar önce Ankara’da aldığı Playback Tiyatro eğitiminin eğitmenlerine ulaşması için yardımımı rica etti, ikisi de İngilizce bilmiyordu. 2012-2014 yıllarında Çağdaş Drama Derneği’nde verilen eğitime ‘Playback Tiyatro Almanya Konuşulan Ülkeler Ağı’ adına Viyana’dan katılan eğitmen aynı zamanda Budapeşte’deki ‘Merkez Avrupa Playback Tiyatro Okulu’nun eğitmeniydi. Arkadaşımın abisi, eğitimi tamamladığından bu yana fazla pratik imkânı bulamamıştı ve aldığı sertifikanın kendisine kazandırdığı yetkinliği kullanamıyordu, bir eğitim deneyimine daha ihtiyaç duyuyordu.

Böylece, “Playback Tiyatro nedir, neden ve kimlerle yapılır, bu epey masraflı eğitimi talep etmekteki amacımız nedir” soruları eşliğinde Playback Theatre Turkey isimli bir dizi sosyal medya hesabı oluşturarak, sonraları yeni ilgi alanım olacak bir konuda eğitim organizasyonu yapmaya başladım.

Türkiye için yeni olan hem hikâye anlatma, hem bir doğaçlama tiyatro biçimi olan bu pratiği açıklamak kolay değildi, çünkü biz de henüz tam olarak bilmiyorduk. New York’taki Playback Tiyatro Merkezi’nin internet sitesindeki metinleri çevirerek içerik oluşturmaya başladım, Türkiye’de orijinal kitaplar ya da çevirileri yoktu.

Playback Theatre (Playback Tiyatro) Jonathan Fox, Jo Salas ve ilk özgün playback tiyatro grubunun diğer üyeleri tarafından 1975 yılında (USA) New York’ta kurulmuştur.

Center for Playback Theatre (Playback Tiyatro Merkezi) adını alan oluşumun geliştirdiği eğitim içeriği ve standardı ile ‘ırk, cinsiyet, cinsel yönelim, ekonomik statü, engellilik ve din temelli adaletsizlikle mücadele’ ilkeleri, Playback Tiyatronun toplumsal kullanım için alternatif bir tiyatro biçimi olarak uygulanması ve öğretilmesi amacını, Merkeze bağlı okullar ve International Playback Theatre Network (Uluslararası Playback Tiyatro Ağı) IPTN’na bağlı kuruluşlarla dünyanın her kıtasında temsil etmektedir.

Playback Tiyatro, eğitimde, terapötik çalışmalarda, sosyal değişimi hedefleyen girişimlerde, sanatsal üretimin yapıldığı ortamlarda; Playback Tiyatro uygulayıcı eğitimli bir yürütücü ve tanımlı bir kitle ile birlikte, katılımcıların birer birer anlatıcı oldukları, gösteri amaçlı bir performans ya da gösteri amacı olmaksızın gerçekleştirilen bir grup etkinliğidir

Kişisel hikayelerin anlatıldığı, içeriği önceden bilinen ya da bilinmeyen, doğaçlamayı odağına alan, etkileşimli bir tiyatro biçimi olan Playback Tiyatro uygulamaları, süreçte dikkatleri uyandırabilir, kırılma anları yaratabilir; bir anlatıcı ortaya çıkmadan önce karmaşık grup süreçlerinin anlaşılabilmesi için temel güvenin oluşmasına duyulan ihtiyacı, katılımcılar ve izleyenler karşılıklı saygı anlayışına dayalı derin dinleme ortamını kendileri yaratarak karşılarlar. Her Playback Tiyatro uygulaması, başarısını katılımcı/anlatıcılarla ve izleyenlerle paylaşan, iş birliğine dayalı bir deneyimdir.

Playback Tiyatro, topluluklukların bir rahatsızlığı iyileştirmek, toplumsal sorunları çözmek, kadim bilgeliğin bileşenlerini hatırlatmak için gerçekleştirdikleri geleneksel sözlü merasimlerin modern bir toplu vakit geçirmeye dönüşmüş halidir.

Playback Tiyatro, her seviyede okulda, kar amacı gütmeyen kuruluşlarda, kamu kuruluşlarında, özel sektör kuruluşlarında, ticari kuruluşlarda, cezaevlerinde, bakım evlerinde, tedavi merkezlerinde; geçiş dönemlerinde adaleti sağlama çalışmaları, insan hakları, mülteciler ve göçmenler, felaketlerin izlerinin iyileştirilmesi, iklim değişikliğine dikkat çekmek gibi toplumsal konularda, doğum günü, evlilik gibi kişisel ve ailevi etkinliklerde, konferans gibi belirli bir alana özgü ortamlarda; çocuklarla ve her yaştan, her disiplinden yetişkinlerle kullanılmaktadır.” (www.playbackcenter.org ; www.iptn.org)

Eş, dost, akraba ile toplandığımız 15 kişilik grubumuzla, 2018 sonundan 2019 yazına kadar 6 defa buluşup Avrupa’dan gelen 3 liderden toplam 180 saati bulan 6 modüllük ‘Playback Tiyatro Uygulayıcı Eğitimi’ni tamamladık. İngilizce yapılan eğitimde önceleri ardıl çeviri yapmakla yetinmek niyetindeydim ancak ilk modülden itibaren playback tiyatronun sosyal bağlamı, toplumla ve aktüaliteyle olan güçlü ilişkisi, kapsayıcı ve katılımcı olması, şiddetsiz bir iletişim dilini gözetmesi, derin dinleme tutumu, kişiye özgü ve öznel olanı olduğu haliyle içermeye açık olması, geleneksel ya da fütüristik ya da ütopik olanı dışlamaması, rasyonel bir sorumluluk dengesi önermesi ve sağlaması, yargısız ve şahit konumu desteklemesi beni etkiledi. ‘Birey-ritüel-aktivizm’ üçgeninde gelişim gösteren bu alanın -ileride bir ara- üzerine eğilmeye karar verdim. Yalnız, uygulayıcılık eğitiminde beni tatmin etmeyen bir şey vardı ya da kendi eğitim deneyimimde grupla yaşayamadığımız bir şey; topluluk olma hali.

Bugün sabahtan öğlene kadar, New York Playback Tiyatro Okulu’ndan Hannah Fox ve Village Playback Grubu lideri Randy Mulderile New York Üniversitesi Drama Terapi Bölümü’nde tadımlık bir atölye yaptık. Öğle arasında Fox’ların ve Salas’ın temel kitaplarını aldım. Öğleden sonra yapılacak söyleşiye New York’ta okuyan Çinli öğrencilerin kurduğu Mandarin Playback grubu üyeleri, NYC Queer Playback’tan Rick ve geçen haftaki oturumda tanıştığım birkaç kişi ile ‘Playback Theatre Around the World’ iletişim ağından yazıştığımız Güney Afrika’daki Witwatersrand Üniversitesi’nde drama ve tiyatro dersleri veren Cherae de gelmişti. Belki bir daha görmeyeceğim bu insanlarla geçirdiğim kısa zamanda uygulayıcı eğitimi grubuma oranla çok daha fazla topluluk olduğumuzu hissettim. Burada karşılaştığım insanların playback tiyatroya bakış açıları, uygulama yaklaşımları, uygulama imkanları ve amaçları daha farklı.

Öğleden sonra Jonathan Fox ve Jo Salas’ın “Sorunlu Dünyada Playback Tiyatro” söyleşini dinledik. Dinleyiciler farklı arka planlardan geliyordu ve çoğunun hiç playback tiyatro deneyimi yoktu. İçlerinden birinin “neden playback tiyatro yapıyorsunuz” gibi bir sorusuna Jo Salas’ın yanıtı “bizi her sabah yataktan kaldıran şey toplumsal adalet” oldu.

Jo Salas, Hannah Fox, Jonathan Fox ile New York Üniversitesi Drama Terapi Bölümü’nde. 

Son yıllarda karşılaştığım, ilgilendiğim, pratik ettiğim alanların, temas ettiğim ağların çalışmalarının odağında herkes için adaletin olması, tesadüf değil elbette.

17 Kasım Pazar

Yüksek lisans tezim için ticari sergilemenin tarihini araştırırken dünya fuarlarını oluşturan koşulları, o koşullarda tasarlanıp üretilen anıt ve ülke pavyonlarını epey incelemiştim. 1964 yılında açılan Dünya Fuarı’nda Amerika Birleşik Devletleri’nin anıtı -dev yer küre- hala ilk gün inşa edildiği yerde; Queens Müzesi’nin girişine bakıyor.

Queens Müzesi’nin bulunduğu bölgede, Asyalı ve diğer bölgelerden birçok göçmen bulunuyor ancak topluluğun çoğunluğu Latin Amerika kökenli Amerikalılardan oluşuyor. Müzedeki tüm yönlendirme ve açıklamalarda İspanyolca’nın öncelikli yer aldığını görüyoruz. Müze, süreli tematik sergiler dışında o bölgenin çocuklarına, eğitimcilerine, emekçilerine, kadınlarına görünür olmaları için alan açan bir sosyal tesis aynı zamanda.

Ulusal enerji politikalarının işleyişini, çevresel kaynakların hane halkına ulaşımını irdeleyen bir dizi etkinlikten birine rastladım. Akademi, sivil toplum ve kamu, topluluk bireyleriyle birlikte tartışıyordu meselelerini. Bilgi yığınının sade vatandaşın anlayacağı şekilde dönüştürüldüğü sergileme yaklaşımı dikkatimi çekti. Süreli bir organizasyonun alışılagelmiş biçiminden çok bireylere ulaşmasıyla ilgilenilmişti.

New York Bilim Salonu’ndaki süreli sergiye içimdeki çocuk Lego’dan yapılan heykelleri görmek istediği için gittimÇocuklar ve yetişkinlerin temel fizik prensiplerini deneyimleyecekleri, etkileşimli sergi üniteleriyle habitatın bitki ve canlı çeşitliliği hakkında bilgi edinecekleri kalıcı sergi ve atölye alanları da tatmin ediciydi.

18 Kasım Pazartesi                                                                                       

4 yıl kadar önce, Avrupa’da yaşayan Avrupalılar ve göçmenlerle “DNA Yolculuğu” adlı bir dizi çalışmanın videosu yayınlanmıştı. 6 yaşındayken ailesiyle birlikte Danimarka’ya politik göçmen olarak gelen İranlı bir Kürt olduğunu söyleyen genç kadın, test öncesinde kendisine yöneltilen “dünyadaki diğer ülkeler ve uluslar arasında iyi anlaşamayacağını düşündüğün var mı?” sorusuna karşılık “Türklerden nefret ediyorum! İnsanlardan değil, hükümetinden” demişti. “Bu testten ne bulmayı bekliyorsun” sorusunu ise “klişe gelebilir ama hepimizin eşit olduğunu, aramızda fazla fark olmadığını görmeyi” diye yanıtlamıştı. Testinin sonucu %79 İran ve Kafkas Türkü olduğunu söylüyordu, şaşırdı. Umarım üzerine düşünme fırsatı olmuştur.

O zamandan beri aklımdaydı. 41. yaş günümde tükürüğümü bir tüpe koyup postaya verdim. Sonuçlar İstanbul’a döndüğümde elime geçecek. Acaba bildiklerimi teyit mi edecek, bir sürprizle karşılaşacak mıyım, kim bilir.

Koalisyon’daki tatlı arkadaşlarım yeni yaşımı donutla kutladılar.

Koalisyon’da doğum günü kutlaması 

Ofis çıkışı Çocuk Sanat Müzesi’ne gittim. Çocuklar burada aileleriyle, birbirleriyle ya da kendi başlarına ‘kendilerini tanımak için sanat yapmaya’ yönlendiriliyorlar. Burada uygulandığını gördüğüm müze pedogojisi, çocukları ‘çocuk yurttaş’ olarak topluluklarındaki rollerinin farkına varmaya, semtlerindeki yaşama dair gelişmeler üzerine fikir üretmeye, katılımcı olmaya teşvik ediyor.

Whitney Amerikan Sanatı Müzesi, çok katlı modern binasında eş zamanlı birçok sergiyi ağırlıyor; Amerikan kültürü üzerine düşünülmüş üretilmiş eserler, Amerikan yaşamını konu edinen resimler, deneysel üretimler.

Akşam doğum günüm için ev arkadaşlarımla Japon restoranındaki Güney Amerikalı şefimiz etrafına dizildiğimiz tezgâhı buralarda pek popüler olan Nusr-et stili tuzladı filan; füzyon diye buna derim!

19 Kasım Salı

Linda, müze eğitimi vermeye gittiği Maidan’dan döndü. Koalisyon dışındaki iki tercihimden biri Kiev’deki Maidan Devrim ve Haysiyet Müzesi’ydi. Ukrayna halkının Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Avrupa Birliği ya da Rusya yanlısı iktidarlar arasında kalmaya sabrının taştığı, demokratiklik ve bağımsızlık talebi ile başlayan geniş halk ayaklanması Gezi ile yaşıt ve şimdiden bir müzesi var.

Bugün Koalisyon’un yeni taşındığı Filantropi Merkezi’ndeki komşu kuruluşlarla tanışma etkinliği vardı, Ally ve Ashley çalışma konularımızı ve faaliyetlerimizi anlatan bir sunum hazırladılar.

20 Kasım Çarşamba

Koalisyon’da süreli ve gönüllü çalıştığımdan benim için zorunlu değildi ama bir örnek görmüş olmak için New York Eyaletinin çevrimiçi Cinsel Taciz konulu eğitimini aldım. İş yerinde insanlar birbirleriyle nasıl iletişim kurarlar ve birbirlerine nasıl davranırlarsa taciz kapsamına gireceği ve cinsel içerikli olmayıp suç sayılan tacizler net olarak tarifleniyordu.

21 Kasım Perşembe

Linda’nın önerisiyle ‘Fırsat Şehri New York Sanat Konseyi’ ve ‘Büyük Hudson Mirası Merkezi’nin düzenlediği, Andrea Jones’un “Müzelerde Sosyal, Duygusal, Etik Öğrenme” atölyesine katıldım. Andrea ve ekibinin müzelerde yürüttüğü bu ve bunun gibi çalışmalarıyla Müze Eğitimi İnovasyon Ödülü’nü aldığını öğrendim. Sorumlu rol oynama etkinliğinde, 1955’te Rosa Park’ın toplu taşımadaki oturma düzenine itirazının ardından gerçekleşen toplu taşıma boykotundan ilham alan insan hakları aktivistlerinin 1961’te ırk ayrımcılığına karşı “Özgürlüğe Sürenler” eylemini canlandırdık. Eğitimde Yaratıcı Drama yaklaşımına da selam vermiş olduk.

Atölyenin yapıldığı Büyük Hudson Mirası Merkezi’nin yerleşkesi içinde özgür Afrikalı-Amerikalı ailelerin, ya da onların özgürlüğü için çalışmış kişilerin yaşadığı birkaç ev korunaklı biçimde ziyarete açılarak yaşatılıyor. Duvarlardaki aile fotoğraflarının arasında, köleliğin kaldırılmasına emek verdiği için saygıyla anılan Abraham Lincoln de yer alıyor.

Öğle arasında yakınlardaki Brooklyn Çocuk Müzesi’ne giderken yol sorduğum herkes merkezin adını duyunca çok heyecanlandı, onların tarihi için çok önemli olan bu yerin burada yaşamayanlar tarafından ziyaret edilmesini, tarihlerini öğrenmesini çok önemsedikleri belli.

Kentteki müzelerin ana işlevi okul dışı öğrenme alanları olmaları; özellikle bulunduğu yerle ilişkisi çok kuvvetli, mekân ve tema uyumu yüksek. Müzelerin daha tasarlanırken ziyaretçi deneyiminin müze planlamasının parçası olarak görülmesinin etkisi büyük.

Brooklyn Çocuk Müzesi, çocukların büyük motor ve küçük motor gelişimlerini geliştirebilecekleri yaş gruplarına göre tasarlanmış etkinlik alanları; Brooklyn’de yaşayan toplulukların kültürel çeşitliliği yansıtan küçük bir şehir yerleştirmesi; Brooklyn çevresindeki bitkiler, kanatlılar, sürüngenler, böceklerden oluşan canlıları görebilecekleri mikro yaşam alanları ve vahşi yaşam gibi tematik süreli sergileri içeren geniş bir alana sahip, çocuk dostu mimarisiyle şehirde ilgi çeken büyük bir yapı.

Karşılaşma II.

Büyük Hudson Mirası Merkezi’nden bir aktarma silsilesiyle ucu ucuna yetişebildim Woodstock otobüsüne.

22 Kasım Cuma

Okuldan çıkıp henüz yıkılmamış olan Antrepo’daki 2003 İstanbul Bienali’nde fotoğraflarını düzeltmesine yardım etmemi rica eden İtalyan fotoğrafçı beni ertesi gün bienalle ilgili bir etkinliğe davet etmişti galiba. Orada heykel, ışık, gölge üzerine enstalasyonlar tasarlayan Japon sanatçı Kumi Yamashita ile tanıştık. Aynı hafta Kumi bizim okulda -Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde- bir sunum yaptı.

Ertesi yıl Karşı Sanat Çalışmaları’nda Beral Madra’nın küratörlüğünü yaptığı “Sfenks Seni Yiyip Yutacak” sergisi için yeniden İstanbul’a geldi. İşlerini ilk kez orada canlı gördüm.

O tarihten sonra yalnız yazıştık. Yeniden buluştuğumuzda sanki o kadar yıl geçmemiş gibiydi.

Sabah sohbetimize gece kaldığımız yerden devam ettik. Kumi, Tibet Manastırı’na gitmeyi önerdi; beni her zaman çok iyi okumuştur.

Karma Triyana Dharmachakra’nın kurulacağı yeri Dalai Lama seçmiş; buraya “güç noktası” deniyor, burada toprağın, suyun, havanın yüksek bir enerjisi olduğu söyleniyor.

Kuzey Catskill dağlarının eteğindeki Manastırın yakınındaki suyun kenarında meditatif halde oturan Buddha, bütün bunları teyit eder gibi kendisini göreni sakinleşmeye davet ediyor. Gerçekten de sakinleştiğimi hissediyorum burada, bu halimi özlemişim.

Dağdan indiğimizde bir zamanlar Bob Dylan’ın evi olan Woodstock Fotoğraf Merkezi’ne uğradık. Küçük bir sergi alanı, sergilenen az sayıdaki fotoğrafın ve fotoğrafçıların hikayeleri ilgi çekici.

Şehir merkezindeki tek müze olan Woodstock Sanatçı Kuruluşu ve Müze’ye Kumi’nin de kayıtlı olduğunu öğrendim.

Eve dönerken Anadolu yazan bir tabela gördük; içeride Orta ve Doğu Anadolu’dan, Mezopotamya’dan rengarenk halı ve kilimler vardı, sahipleri hemen her yıl bir Türkiye seyahati yapıp toplarlarmış.

Herhalde burada vardır diye düşünüp merkezdeki doğal ürünler satan dükkanlarda yasemin esansı ararken birinin vitrininde gül suyu gördüm.

Burada yaşayan Türkiyeli var mı acaba?

Sanki burada herkesin yaşamı bir şekilde birbirine değiyor ve fakat kimse birbirinin hayatını işgal etmiyor gibi bir izlenime kapıldım, ya da böyle olduğuna inanmak istedim.

Sanat ve tasarım malzemelerinin satıldığı mağaza böyle küçük bir şehir için epey tatmin edici; bir miktar kendimi kaybettim, evet.

Woodstock yavaş bir şehir, ama muhakkak bir şehir; beni içine alan yanı, bu. Yapılaşmanın az olduğu, yaşamak, beslenmek, gelişmek için yoksunluk hissetmeyeceğim aynı zamanda kendi gelişme, üretme sancılarım dışında büyük şehrin ve şehirlinin beni ilgilendirmeyen sıkıntılarına maruz kalmak zorunda olmayacağım bir küçük şehir. Gökyüzünü, ağacı, toprağı görüp hissetmek, yanı başında insanların olduğunu bilerek sessizliğin tadını çıkarmak da cabası. Buraya da bir hayal tohumu ektim, dolayısıyla. Akşam Kumi ve Erik’in elleriyle yaptığı doğum günü pastamı üflerken de gökyüzüne yazdım.

23 Kasım Cumartesi

New York’ta gezdiğim müzelerden bahsederken Noguchi’nin şimdi müze olan evini ve içindeki heykelleri çok beğendiğimi söyledim. Kumi ve Erik Woodstock’a taşınmadan önce Noguchi Müzesi’ne çok yakın oturuyorlarmış. Buraya taşınmaya nasıl karar verdiklerini sordum. Önce merkeze uzak bir yerde bir yıl kadar oturup burada nasıl yaşayacaklarını kurgulamışlar. Şehre yakın arazi içinde bir yer aradıklarını, artık evi ile atölyesinin bir arada olmasını istediğini, burada yapılaşmanın ve aynı zamanda arazileri, yapıları dönüştürmenin sıkı kurallara ve şehirlilerin katılımcı olduğu bir konseyin iznine tabii olduğunu anlattı Kumi. Emlakçıya isteklerini aktardıklarında merkezde ilk gördükleri yer şu an oturdukları ev olan heykeltıraş Alfeo Faggi’nin evi olmuş. Evin konumunu, sade ve işlevsel mimarisini, arazinin istedikleri atölyeyi inşaa etmeye uygun oluşunu beğenmişler. Evi ilk gördüklerinde içi, hatta Faggi’nin atölye olarak kullandığı mahzen tamamen boşmuş. Evi aldıktan sonra ise, içeri ilk girdikleri gün boş evde şöminenin yanında Faggi imzalı alçı bir heykel kalıbının parçasını bulmuşlar. Emlakçıya sormuşlar; hayır, o getirmemiş, daha önce orada olduğunu da hatırlamıyormuş. Belki Faggi’nin evinin yeni sakinlerine hediyesidir. Kumi, meslektaşı Faggi’nin mezarının nerede olduğunu öğrenmek istemiş; şehir konseyindeki kayıtlarda izini bulamamış.

Hava serin ve güneşli. New York’un şebeke suyunun geldiği kaynağa, Ashokan Rezervuarı’nın kenarına yürüyüşe gittik. Yer değiştirmek düşünceleri de değiştiriyor; açık alanda olmak, insan yapımı şeyler görmemek, dağa, göğe, suya bakmak bütün filtrelerimi temizliyor. Yürürken yaratıcı süreçlerimizi konuştuk Kumi ile. Bazen ne yapmak istediğime karar veremediğimden bahsettim. Kumi’nin dünya çapındaki müzelerin kalıcı koleksiyonlarında işleri yer alıyor ama bazen O’na da olduğu oluyormuş. Öyle zamanlarda yalnız kendisine keyif veren çizimler yaptığını, o keyif veren zamanların ardından mutlaka keyifle çalışacağı işler için davet aldığını söyledi. Kabul edeceği işleri seçerken kimlerle çalışacağını, kariyerine ne katacağını, emeğinin karşılığına ne değer biçildiğini ve çalışırken kendisini nasıl hissedeceğini düşünerek değerlendirdiğini anlattı. “Neşe, daha çok neşe getiriyor” dedi. Woodstock’tan aldığım defterlere hiçbir mecburiyetimin olmadığı yalnız bana keyif veren şeyleri çizmeye ant içtim.

1969 tarihli Woodstock Festivali’nin 50. yılı bu yıl; tarihi alan statüsü kazanmış festival alanına ve müzesine çok uzağız, New York’a dönene kadar uzun yol yapmak istemedim. Bir dahaki sefere, umarım.

Yakınlardaki Byrdcliffe Sanat Kolonisi’ni ziyaret ettik. 19. yüzyılda hızla yükselen endüstriyelleşme ve standardizasyona tepki olarak doğan “Sanat ve Zanaat Hareketi” Jane Byrd Mccall ile RalphRadcliffe Whitehead’e ilham vermiş, Bolton Brown ve Hervey White ile birlikte 1902’de Woodstock’ta sanat ve zanaat kolonisini kurmuşlar. Sanatçılar ve zanaatkarlar için yaratılan bu ütopyanın, zaman içinde koşullarında mutlaka değişim olmuştur; halen her yıl 70 kadar yazar, besteci, görsel tasarımcı ve sanatçıya üretmeleri, sergilemeleri için alan açarak işlevselliğini sürdürüyor olması takdire şayan.

Okuduğum bölüm olan endüstri ürünleri tasarımı/endüstriyel tasarım eğitimi Türkiye’de 1969’da ODTÜ Mimarlık Bölümünde bir seçmeli ders olarak başlamış; devamında Amerikalı uzmanların Türkiye’nin henüz bu bölümü işlevsel kılacak alt yapıda olmadığı dair raporunun üzerinden çok geçmeden 1971’de fiilen, 1972’de resmen bugünkü adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Endüstri Ürünleri Tasarımı eğitimi başladığından bu yana “tasarım eğitimi” tartışılır. Yurt dışındaki muadil eğitim bölümlerinin bazılarının adı yalnızca ürün tasarımıdır ki bu da mutat şekilde endüstriyel ürün tasarlamanın yanında yarı el yapımı yarı makine üretimi zanaatın endüstri içindeki konumunu gündeme taşır.

1851 Londra Sergisi’nden bu yana endüstriyelleşme gelişirken zanaat da türlü zorluklara rağmen varlığını sürdürüyor, sürdürmeli de. Tek tiplik hiçbir yaratıcı üretimin son şekli-kararı olmayacaktır sanıyorum ve umarım; bu, bütün boş arazileri son teknoloji insan yuvalarına dönüştürmek gibi olur ki bu tür girişimlerin sonuçlarını zamansız ölçüsüz mevsimsel sürprizlerle yaşıyoruz daha şimdiden.

Byrdcliffe Sanat Kolonisi, Woodstock 

“Dünyaya sanatla güzellik katanlar burada dinleniyorlar.” yazıyor Woodstock’taki  Sanatçılar Mezarlığı anıtında. İçinden geçtiğimiz şehir mezarlığının aksine sanatçıların mezarlarında bayrak ve dini simgeler yoktu, onun yerine olabildiğince sade ve -geyik gibi- özgün sembollerle bezenmişlerdi. Kumi ile mezarlardaki kabartmalara bakıp isimleri okurken birden aynı anda Alfeo Faggi’nin mezarı ile karşılaştık! Eşi Beatrice ve -muhtemelen oğulları- John ile birlikte dinleniyorlardı.

Alfeo Faggi, Beatrice Butler, ve John’un mezarı, Sanatçılar Mezarlığı, Woodstock 

Akşam yemeğinde Kumi ve Erik’in New York’tan arkadaşları Paul ve Chris’in Kingston’daki evlerinde toplandık. Film sektöründe çalışan kostüm tasarımcısı arkadaşları Lisa, elinde proje olmadığı zamanların arttığını ve yavaş yavaş Kingston’daki evlerinde yaşamaya başlayabileceklerini anlattı, buranın sıkmayan sukûneti ve merkeze göre daha ekonomik oluşundan bahsetti.

Gördüğüm renkler, tattığım tatlar, aldığım kokularla bu gece Woodstock’taki üçüncü ve şimdilik son muhteşem uykuma daldım.

24 Kasım Pazar

İstanbul’da pastırma yazı var muhtemelen, burada sonbahar kışa dönüyor yavaş yavaş; güçlü bir yağmurla uğurladı Woodstock beni.

New York’a vardığımda hemen eve gitmek istemedim. Japon Toplum Merkezi’ndeki “Tokyo Malı: Mimari ve Yaşam, 1964-2020” sergisinde, endüstriyel tasarım okurken proje araştırmalarında önümüze çıkan kapsül ev konsepti, tasarımından üretimine detaylarıyla anlatılıyordu.

Eve dönerken Birleşmiş Milletler’in karşısında küçük bir grup, Ekim ayında İran’da benzine yapılan zammı bir süredir protesto eden halka karşı devlet güçlerinin orantısız şiddetini protesto ediyor ve galiba BM’yi göreve çağırıyordu.

25 Kasım Pazartesi

Birleşmiş Milletler Sergisi’nin başvuru evraklarını tamamladım.

Randy, Uluslararası Playback Tiyatro Ağı’nın 4-8 Aralık’ta Hindistan’da düzenlenecek konferansına gitmeden önceki son grup çalışmasına davet etti Cherae ile beni. Village Playback Tiyatro grubuyla yaptığımız çalışma, Playback Tiyatro Uygulayıcı Eğitiminden sonra ardıl çeviri yapmadan yalnızca oynadığım üçüncü deneyimim oldu; giderek daha çok hoşuma gidiyor.

26 Kasım Salı

Afedersin New York ama kahvelerin çamur gibi. Hemen her gün yanımda ev yapımı öğle yemeğimle birlikte en küçük boy Tupperware içinde Türk kahvesi ve mikrodalgaya girebilen kulplu fincan getiriyorum. Annem dışarıda yemediğim için memnun.

Ofisten geç çıktığım bir akşam tanıştığımız kat görevlisi Kosovalı Sadet Abla sonraki günlerden birinde bana kendi yaptığı dolma, turşu ve ekmekten getirmişti. Ona İstanbul’dan taşıdığım Türk kahvesinden son paketi vermek istedim, maalesef düşmüş, bacağını incitmiş; herhalde ben gidene kadar ofise gelemeyecek.

Sally, ofisin girişindeki bilgilendirme ünitesinden Amerikan Yerlileri Mirası Ayı posteri asmış; ‘geleceğimizi kutlamak için geçmişi onurlandırmak’tan bahsediyor. Linda ile sohbet ederken Şükran Günü’nün onun için aileyle geçirilen özel bir zaman anlamına geldiğini söyledi. Bunu kendi lügatıma göre Türkçeleştirirsem; Cumhuriyet’in kuruluşunu önemsememin, her devirde uğruna yanan canları yok saymak olmadığını söylerim.

27 Kasım Çarşamba

Şükran Günü tatili için üniversiteden arkadaşım Sezgi’yle yaptığımız planlar alt üst oldu: uçak biletimi sabah on yerine akşam ona almışım! Yas mamulü akut dikkat dağınıklığının eşantiyonu akut anksiyeteden arınmak için New York metrosu ne kadar iyi bir seçenek bilmiyorum ama uzun ve bol aktarmalı bir başka Bronx yolcuğunun ardından Lehman Sanat Koleji’nin ulu ağaçlı, yeşilli, sincaplı kampsünde olmak bana iyi geldi. “Aşamalı Geçiş” başlığını taşıyan New York Latin Amerika Sanat Trienali’ndeki işler, iklim krizi, doğal afetler sonucu yürütülen politikalar gibi aktüalitenin etkin gözlemlendiği, yanı sıra toplulukların kültürlerinin tanınması için verilen mücadeleyi, kültürel tutumların topluluk üyelerinin özgürlüğüne dokunduğunu, değişimin kaçınılmaz olduğunu vurgulayan renkli işler.

Dönüşte biraz daha renk görmek için yolumu Union Meydanı’ndaki açık pazara düşürdüm, toplanıyordu, burada da akşam pazarı varmış. Hemen karşısındaki kitapçıda dinlendim biraz, memleketten Rumi’nin kitaplarına da rastladım.

28 Kasım Perşembe

Uyuyup uyandıktan sonra yanlışlıkla geç saate aldığım ve değiştiremediğim biletle programımıza devam etme kararı aldık Sezgi ile. O ve annesiyle geçireceğimiz Şükran Gününü ev arkadaşlarımın arkadaşlarıyla hindi yiyerek ve gece bomboş bir uçakla Virginia’ya uçarak geçirdim. Havalimanları da o saatte boştu haliyle. New Jersey meşhur olmuş hemşehrilerini, Virginia kendisini meşhur eden Nasa’yı sergi panolarına taşımıştı.

Karşılaşma III.

29 Kasım Cuma

Ben küçükken, babam Michigan Üniversitesi’nde doktorasını yapan amcamı ziyarete gitmiş. Birlikte Washington’a gelmişler. Babamın o seyahatten fotoğraflarını hatırlıyorum; Beyaz Saray’ın önünde kutu kola içerken, bir restoran girişinde Dallas’ın kötü adamı J.R’ın birebir ölçekte kartonetiyle poz verirken, Ulusal Havacılık ve Uzay Müzesi’nde tarihte iki devletin ortaklaşa ilk uzay projesi olan Apollo-Soyuz mekiğini incelerken. Benim de Washington’da ilk durağım bu müze oldu; babamın durduğu yere O’na olan özlemimi bıraktım.

Ulusal Havacılık ve Uzay Müzesi Apollu-Soyuz Uzay Mekiği altında Halim Yılmaz, 1983 & Aslıhan Yılmaz 2019, Washington DC

İlk uçaklardan uzaya gidip gelmiş araçlara, dünya havacılık ve uzay araştırmaları kronolojik anlatımına eşlik eden orijinal parçalarla birlikte yoğun bir enformasyonun olduğu müzede çocuklarla, ailelerle, turistlerle saatlerimi geçirdim.

New York’un kutu kutu dizilmiş binalarından sonra burada alanlar ve mesafeler alabildiğine geniş, yapılar ferah feza serpiştirilmiş gibi ve içerikler çok yoğun. Çoğu müzenin toplandığı Ulusal Alan’da bugün yetişebileceğim tek müze geçmişten ve günümüzden güncel sanat çalışmalarına yer veren Hirshhorn Müzesi ve Heykel Bahçesi.

Washington DC- Virginia arası çalışan halıfleks kaplı, deri koltuklu gıcır gıcır metroyla eve döndüm. Canım Sezgi, doğum günüm için elleriyle pasta yapmış.

30 Kasım Cumartesi

Sabah turistlerle, çocuklu ailelerle, gençlerle, yaşlılarla, engellilerle, evcil hayvanlarıyla gelmiş ziyaretçilerle oluşturduğumuz uzun kuyrukta Birleşik Devletler Holokost’u Anma Müzesi’nin açılışını bekledik. Güvenlik hattını geçip nihayet içeri girdiğimizde, -aynı Ruken’in tariflediği gibi- ne yöne gideceğimi bilemediğim bir an oldu. Pei Cobb Freed & Partners’dan James Ingo Freed, birçok Holokost alanını, esir kampını, gettoyu gezdikten sonra tasarımını, insanların birden evlerinden, sokaklarından alınıp tanımadıkları bir yere geldiklerinde ne yapacaklarını bilemediklerini anlatmak üzerine kurmuş. Gün ışığını geçiren tavanın altındaki ilk hol, anma salonunu görene kadar bir açık hava hapishanesini andırıyor.

Birleşik Devletler Holokostu Anma Müzesi 

Üst katlardaki ana sergiye çıkacağımız asansörün önünde bize -kamplara getirilen Yahudilerin resimlerinin ve isimlerinin olduğu- kimlik kartlarımız veriliyor ve kurgunun içine dahil ediliyoruz. Müzenin en geniş kalıcı sergisi “Holokost”, yirmişer kişinin bir anda alındığı asansörün içinde başlıyor. İçeri girdiğimizde yoğun bir bilgi ve görsel sergileme olduğunu görüyoruz. Bazı vitrinlere ve panolara bakmak yürek -ya da yüreği dışarıda bırakıp gelmek- ister. Yer yer pornografik bulunabilecek bu kürasyonu ve sergileme yaklaşımını her şeye rağmen önemsiyorum. Ancak anlatmak, görmekten de zor.

Hitler’in kazandığı ilk seçimden intiharına kadar geçen sürede Avrupa’nın her yerinde yaşananlar kronolojik olarak sıralanıyor: Nazi Almanyası arşivlerinden belgeler ve fotoğraflar, sonradan sanık olan ordu yöneticilerinin beyanları, suç mahallerine ait görsel ve üç boyutlu anlatımlar, Yahudilerin yanı sıra katledilen Romanlar, eşcinseller ve diğer topluluklara ilişkin dokümanlar, kurtulan Yahudilerin hafızasında kalanlar ile çocuklarının ve torunlarının izlenimlerinden aktarımlar, bir de Amerikan Birliklerinin Naziler’in tasfiyesinin ardından kamplara girdiklerinde karşılaştıkları manzaralar..

Giriş kata döndüğümüzde girdiğimiz ikinci kalıcı sergi “Çocukları Hatırlayın: Daniel’in Öyküsü”, arşivlerdeki haşin gerçekliğin yerine soykırımdan kurtulmuş bir çocuğun anlam dünyasının yansıtıldığı bir kurgu mekân. Serginin çıkışı müze pedagojisi açısından ziyaretçilerin geri bildirim vereceği biçimde tasarlanmış.

En alt kattaki “Amerikalılar ve Holokost” adlı üçüncü kalıcı sergi, o dönem yaşananların Amerika’dan nasıl görüldüğünü ve Amerikan halkının genel görüşlerini gazete haberleri ve yapılan anketler üzerinden anlatıyor. Örneğin, “Naziler’in Almanya’daki Yahudilere uyguladıklarını onaylıyor musunuz, onaylamıyor musunuz?” anket sorusuna verilen yanıt %94 oranında “onaylamıyoruz” iken “Almanya’dan çok sayıda Yahudi sürgünün yaşamak için Amerika’ya gelmesine izin vermeli miyiz?” sorusuna verilen yanıt %71 oranında “hayır”, %21 oranında “evet”, %8 oranında “fikrim yok” şeklinde.

Süreli sergi alanındaki “Lütfen Bizi Unutmayın” adlı sergi, “Mansour’un Adalet Yolculuğu” adını verdikleri bir olayı odağına alarak Suriye’de yaşananları, ülke yönetiminin karıştığı insan hakları ihlalleri açısından değerlendiriyor. Suriyeli insan hakları aktivisti Mansour Omari 2012’de tutuklandıktan sonra, çoğu muhalif gibi rejimin gizli hapishanelerinden birinde kaldığı yaklaşık 1 yıl boyunca kendisinden haber alınamıyor. Nihayet serbest kaldığında, sonradan hapishanede yaşamını yitiren hücre arkadaşı Nabil Shurbaji’nin yemek artıkları ya da mahkumların kendi kanlarıyla 82 mahkûmun ismini yazdığı giysi parçalarını da dışarı götürmeyi başarıyor. Mahkumların ailelerine ulaşıp onları sevdiklerinin akıbeti konusunda bilgilendiriyor.

Uluslararası güç odaklarının Suriye’de müdahil olduğu suçlar ise bu serginin konusu değil.

Holokost’u Anma Müzesi için Elie Wiesel “bu müze bir yanıt değil, bir soru” demiş; doğru. Bütün bunların nasıl olduğunu müzedeki yoğun bilgi yüklemesinden öğreniyoruz ancak “neden” olduğunu, neden bugün bile farklı toplumlarda benzerlerinin yaşanabileceğinin işaretlerini görebildiğimizi halen kavrayamıyorum.

Amerika’daki Afrika’nın anlatıldığı en kapsamlı kültür kurumu Ulusal Afro-Amerikan Tarihi ve Kültürü Müzesi’nin temelleri 2003’te Smithsonian Vakfı tarafından atılmış, 2016’da Afrika kökenli Amerikan Başkanı Obama tarafından bugünkü binasında ziyarete açılmış.

Önceleri Afrika’nın yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile yerel zanaat ürünlerinin ticaretiyle başlayan ilişkilerin nasıl insan ticaretine dönüştüğü ve hangi ilişkiler ağıyla sürdürüldüğü ayrıntılarıyla anlatılıyor. Amerika’nın tarım sektöründen başlayarak gelişiminde Afrikalıların emeklerinin etkisini serginin her salonunda okuyabiliyoruz.

Son derece geniş bir arşivi ele alan tarih galerilerinde 1400’lerin başında başlayan sistemli ve çok katmanlı köleleştirme, 1800’lerin sonunda kendini gösteren özgürlük savunusu ile kazanılan haklarla özgürlüğün yeniden tanımlanmasına karşın 1960’ların sonuna kadar şiddetli biçimde yaşanan ırk ayrımı ve 70’lerden günümüze değişen Amerika kronolojik olarak ziyaretçiye sunuluyor.

Amerika’da bir köle ya da ikinci sınıf özgür vatandaş olarak Afrikalıların yaşamının o dönemlerde neye benzediği, kendilerine ayrılan yaşama, çalışma, sosyalleşme alanlarının fiziki koşullarının canlandırıldığı yerleştirmelerde görülebiliyor.

Tarih Galerisi, Ulusal Afro-Amerikan Tarihi ve Kültürü Müzesi 

Köleliğin aşamalı olarak sonlandırılmasında rol oynayan “Kuzey-Güney Savaşı’na katılma karşılığında özgürlük” gibi gelişmelerin, siyaset sahnesinde Afrikalılar’a yer açmayı başarmış Frederick Douglass’ın, özgürlüğü devlet güvencesi altına alan Amerikan Başkanı Abraham Lincoln’ın Afrikalılar’ın Amerikalı olması bağlamında etkisi tüm detaylarıyla vurgulanıyor.

Afrikalı Amerikan topluluğunun büyük toplumdaki yeri için günlük yaşamdaki adaletsizliğe karşı kitleleri ayağa kaldıran, örgütleyen ya da yolunu açan, bedel ödeyen Martin Luther King, John Lewis, Malcolm X, Rosa Parks gibi önemli figürler; eşit eğitim hakkı gibi temel konularda beyazların siyahların yanında yer aldığı ‘Özgürlüğe Sürenler’, ‘Şiddetsiz Öğrenci Koordinasyon Komitesi’ gibi girişimler nesne destekli görsel ve enformatik bir sergileme yaklaşımıyla ziyaretçiye aktarılıyor.

Tarih galerisinin son salonu Afro-Amerikan kültürünü biçimlendiren ‘Siyah Güç, Kara Panterler’ gibi topluluk üyelerinin kurduğu oluşumların yanı sıra topluluğun kendi içindeki dönüşümünde kadın hareketinin rolü ile topluk içindeki toplumsal cinsiyet anlayışı da dikkat çekiyor. Kültür galerisine geçmeden önce ziyaretçiyi popüler kültürün temelleriyle tanıştırmış oluyor.

Müzenin kültür galerisinde sanat, edebiyat, sinema, tiyatro, dans, müzik, televizyon alanında büyük toplumda yer edinmiş, yaptıkları işlerle Afrika kökenlilerin Amerikalılıklarını tescillemiş ve görünürlüğünü arttırmış, ünü Amerika’yı aşmış isimlerle karşılaşıyoruz. Kişisel hikâyelerini okumuyoruz ancak kendi topluluklarının yaşamlarına etkisini görebiliyoruz.

Kültür Galerisi, Ulusal Afro-Amerikan Tarihi ve Kültürü Müzesi 

Müzenin sanat galerisinde Afrikalı Amerikalılar’ın “günlük yaşam, köklerle bağlantılar, politik kimlik, inanç” konulu güncel sanat işlerini görebiliyoruz.

Bugün ikinci kez aşırı bilgiye maruz kalmış olmama rağmen bu müzeden neşe ile ve tatmin olarak ayrıldım. Yaşamda renk ve umut olduğunu söylüyordu çünkü.

Geciken öğle yemeğimi son müzeye doğru yürürken aradan çıkarıverdim ve kalan enerjimi gözlerimi daha da şenlendirmek için Ulusal Doğa Tarihi Müzesi’ne ayırdım.

Gezegendeki yaşam sistemini, insan türünün geçmişteki ırklarını, yok olmuş türleri, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olanları, yerin altında-üstünde, suda yaşayan canlıları, doğadaki çeşitliliği, iklim ve çevre krizlerini, riskleri ve çözümleri detaylı, anlaşılır, eğlenceli biçimde sergileyen müze çocuklar ve yetişkinler için bir eğitim ortamı.

Ulusal Doğa Tarihi Müzesi 

1 Aralık Pazar

Virginia’dan döndüğümde New Jersey’de kar vardı. Evde olma havası.

2 Aralık Pazartesi

Müzelerdeki sergileme tasarımları ve ziyaretçi deneyimi notlarıma yenilerini ekledim. Ofisteki çalışmalarımı toparladım. “Ortak Yolculuğumuz” ismini alan gezici sergi projemiz için Koalisyon’un Asya Bölgesel Ağı üyelerine soru seti ve sergi planını yolladım. Koalisyon üyelerinin etkileşimi için bir dizi öneri hazırladım.

3 Aralık Salı

Yarım günlük bir mesaiden sonra son mekân ziyaretlerim için ofisten ayrıldım.

Karın hemen ertesinde açan güneş demiryolunda buzlanma yaptığı için High Line Park kapatılmış; keşke ertelemeseydim. Yolda karşıma başka mekânlar çıktı sonra.

David Zwiner Galeri’nin vitrininde Yayoi Kusama’nınkileri andıran işler gördüğümü sandım, yanılmamışım.

“Her Gün Aşk İçin Dua Ediyorum” Sergisi, Yayoi Kusama, David Zwirner Galerisi 

“Zamanımızın toplumsal devrimi şiirini geçmişten değil, sadece geleceğin şiirinden alır.” diyor Meleko Mokgosi, Jack ShainmanGaleri’deki kişisel sergisinde. Şiirin resimle arkadaşlığına hayran kaldım.

Duyguların ve durumların karşılığı renkleri okuduğumuz kartela tasarımları, hacimlerin nesnelerin formlarına ve işlevlerine eşlik eden renkler, işitsel ve bilişsel yönlendirmeler ile merak uyandıran bir mekân deneyimi tasarımı örneği Renk Fabrikası’nda (Color Factory) çok eğlendim.

Yine bir gün bir müze ararken küçücük vitrininden gördüklerim ilgimi çekmişti. İçeri girdiğimde Urban Zen markasının Donna Karan’ın kaybettiği eşinin fotoğraf ve heykel atölyesine kurulduğunu, yakında burada bir sergi açılacağını tesadüfen öğrenmiştim. Açılmış.

4 Aralık Çarşamba

Bugün Uluslararası Vicdan Mekânları Koalisyonu’ndaki arkadaşlarımla vedalaşıyoruz. Linda ile birlikte geçirdiğimiz zamanı ayrıca değerlendirdik. Burada araştırma yapmanın bendeki karşılığı motivasyondestek ve güven oldu.

Uluslararası Vicdan Mekanları Koalisyonu ekibinin bir kısmı. 

Ofisten çıkışta mahalle beni New York Borsası’nın önündeki devasa Noel ağacıyla uğurladı.

Mutlaka görmek istediğim üç müzeyi bugüne bıraktım.

Manhattan Çocuk Müzesi, çocuklara ve ailelerine okul dışı eğitim hizmeti veren bir kamu kurumu. Kucaktaki minikler için masal alanları; farklı yaş gruplarına göre tasarlanmış fiziksel aktivite alanları; kolektif üretme atölyeleri; beslenme, uyku, sağlık hakkında bilgi edinilen etkileşimli sergileme tasarımları; meslekleri tanıma istasyonları; şehir yaşamını anlama, topluluğu tanıma, topluluğu oluşturan bireylerin yeme-içme alışkanlıklarına, cinsel yönelimlerine, etnik kökenlerine ve kültürlerine dair farkındalık geliştirebilecekleri öğrenme alanları ile kentlinin katılımcı ve üretken olabildiği çok yönlü bir kent müzesi.

Manhattan Çocuk Müzesi 

Metropolitan Sanat Müzesi devasa binasında Anadolu’dan, Mezopotamya’dan, Kafkasya’dan, Kuzey Afrika’dan, Güney Asya, Uzak Doğu, Güney Amerika ve Avrupa’dan yalnız Güney Akdeniz’den antik çağlardan Rönesans’a kadar olan uzun döneme ait günlük kullanım nesneleri, süs eşyaları, mücevherler, silahlar, tapınak süslemeleri ve yapısal ögeleri; Kuzey Amerika’dan 15. yy  ve sonrası döneme ait yerel halkların aletleri, giysileri; Avrupa’dan Rönesans’ın hemen öncesi ve sonrasına ait sanat eserleri; Amerika’dan ise endüstriyelleşmenin yoğun olduğu 19. ve 20. yy dekoratif mekan üniteleri ve ürün tasarımları sergileniyor.

Koç Ailesi Galerileri, Metropolitan Sanat Müzesi 

Bugünkü Türkiye’den çıkarılan çok sayıda Doğu Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı eseri de sergileniyor; bir de çini ve halı koleksiyonunun yer aldığı Koç Ailesi Galerileri bulunuyor.

New York Kent Müzesi’nin kalıcı sergisi bir dünya kenti olarak New York’u uluslararası ilişkileriyle şekillenen ulusal tarihinin perspektifinden tanıtıyor.

Kalıcı serginin son bölümünde New York’un 2050’ye kadar geçireceği sistemsel ve çevresel değişim öngörüsü resmediliyor. Süreli sergi alanında New Yorkluların 60’lardan günümüze emek mücadelesi arşiv görselleri dokümanlarıyla anlatılıyor.

 

New York Kent Müzesi 

5 Aralık Perşembe

Bavullarımı zor toparladım. Evle, ağaçla, kediyle, New Jersey’le vedalaştım. Ev arkadaşımla New York Havalimanına birlikte gittik. Tahmin ettiğimiz gibi kitaplarım için havalimanında ayrı bir çanta almam gerekti.

Hoşça kal New York, teşekkürler.

beraberceden duyurular, haberler ve etkinlikler için e-posta listemize katılın!